14 Ocak 2009

Bir yıl önce...

Uzun süredir yazmıyordum, askerden döneli iki ay oldu ve iş aramaya başladım, iş aramak için çok iyi bir zaman değil ne yazık ki kriz dolayısı ile ama olsun umudum var.

Bundan bir yıl önce ki halime bakınca gene bu günlere de şükrediyor insan...

 Askerlik uzun bir süreç, keşke kısa dönem olmasını dilediğim çok zaman oldu ama gene de bana hiçbir şey öğretmedi diyemem. Korkarım ki yavaş yavaş tezkere parfümü etkisini yitiriyor ve insan kendini günlük yaşamın akışına ve temposuna bırakıyor zamanla.


Çok farklı kültürlerden çok farklı bir çok insanla birlikte çalışıyorsunuz askerlikte, bu yüzden ülkenin genel bir fotoğrafını görüyorsunuz diyebilirim. Güzel arkadaşlarım oldu bu süre içinde, umarım bağımız uzun yıllar sonra da devam eder...

29 Ekim 2008

Tezkere parfümü

Bugün odamı toplarken bir hafta sonra evi boşaltacağım için işe yaramayacak birçok şeyi atıyordum, işte o an inanılmaz bir huzur duydum içimde. Bir hafta sonra tekrar eski yaşamıma geri dönebilecek olmam hala hiç inandırıcı gelmiyor. Yeniden doğmak gibi olacak sanırım, yapmaya zaman bulamadığım bir sürü şeyi tamamlayacağım, sevdiklerimle istediğim kadar zaman geçirebileceğim, sabahları istediğim saatte kalkabileceğim (en azından işe girene dek)...

Bazen sanki hayata yeni bir başlangıç yapacakmışım gibi geliyor. Uzaktan baktığımda eksikliğini hissettiğim herşeyi tamamlamak için yeni bir fırsat. Hapishaneden çıkan insanlar da bu şekilde hissediyor olmalı, kuvvetli bir duygu ama umarım hayatın akışında etkisini kaybedip gitmez. Tezkere almak; özgürlüğün değerini anladıktan sonra, o özgürlük kokusunun hiç üzerinden çıkmasını istemediğiniz bir parfüm gibi.

14 Ekim 2008

Askerlik Anıları

Acemilik birliğinde eğitim alırken bizimle aynı binada kalan teğmenlerle muhabbet ediyorduk, biz onlara kışla hayatı nasıl, nelerle karşılaşabiliriz diye sorarken onlar da sivil hayat nasıl siz ondan bahsedin diye soruyorlardı. O an garipsemiştim, "sivil hayat bildiğin hayat işte, onlar sanki başka bir dünyada yaşıyorlar, soruya bak" diye geçirmiştim aklımdan. Askeri hayatı gördükten sonra insan gerçekten sivil hayatı unutuyor, bambaşka bir dünya. En son ne zaman gazete okudum, ne zaman televizyonda haberleri seyrettim doğru düzgün hatırlamıyorum. Şu an dünyada bir ekonomik krizin geldiğini biliyorum en son.

Orduya asker olarak gelmekle, rütbeli olarak gelmek arasında büyük bir fark var. Askerler için askerlik bir deneyim, gün saydıkları vatani görevleri sadece. Eğer asteğmen iseniz bunun sizin mesleğiniz olması isteniyor. Tamam belki siz de gün sayıyorsunuz ama bitirmeniz gereken işler, verilen görevleri zamanında tamamlama sorumluluğu çoğu zaman sizi zihnen askerin düşünüş şeklinden uzak tutuyor. Bir de askerler çoğu zaman askerliği bir deneyim olarak gördükleri için "askerlik şöyle zor, böyle zor" ya da "ooo çok rahat askerlik yaptım, hep yattım" gibi anlatırlar askerliklerini. Rütbeliysen ise ortada bambaşka bir tablo var. Hiç kimse bana askere gelmeden önce;
 "bak kışlalar neredeyse bir kasaba dolusu erkeğin birlikte yaşadığı bir komün hayatıdır" 
demedi, bu yönden bakılmıyor hiç. Askerlik sadece tüfeklerle yürüyüp yaylalar demek, spor yapmak değil; aslında gerçek bir şehrin küçük bir kopyası... İnanın bu küçük şehri çevirmekten çoğu rütbelinin başını kaşıyacak hali kalmıyor. En azından bizim tugayda böyle. Hangi arada askerlere eğitim verip denetime hazırlayacak, hangi zamanda kağıt işleriyle boğuşacak, hangi zamanda askerlerin ihtiyaçları ile ilgilenecek, hangi zamanda bölüğünü, kışlasını güzelleştirecek belli değil. Bir de rütbeliyi asıl yoran şey şu:
Sizin bu minyatür şehrinizden her yıl binlerce turist geçiyor!
Askerlere turist diyorum çünkü hiçbiri kaldıkları kışlayı evleri gibi benimsemez, bahsettiğim gibi burası onlar için 15 veya 6 ay kamp yapacakları bir yerdir, gün sayarlar. Bir örnekle anlatayım, kendi evinizde ki banyoyu temiz tutmak kolaydır, bir de her gün binlerce kişinin girip çıktığı Taksim Meydanı'nın ortasındaki bir tuvaleti kendi evinizde ki kadar temiz tutmaya çalışın...

Askeri kışlalarda sürekli bir devir daim vardır ve bu devir daim bazen o kadar yıkıcı olabiliyor ki, bir gün inşa ettiğiniz birşey bir yıl sonra orada aynı şekilde durabileceğini söylemek çok zor. Yeni bir duvar yaptınız diyelim, ertesi sabah bir geliyorsunuz dün akşam orada nöbet tutan askerlerden biri anında duvara şafak atmış. (şafak atmak: askerliğinin bitmesine kaç gün kaldığını yazmak) Peki bu nöbetçi bilmiyor mu o gece orada nöbet tutan askerler arasında şafağı 156 olanın bir tek o olduğunu? Sabah olduğunda onu çok rahat tespit edip cezalandıracağımızı? Bir başkası da yazmış "dün şafak diyordu 285 bugün diyor 284, bu askerlik bitmez". Hani rakam azalmasa, sabit kalsa ben de bitmez diyeceğim ama...

Bir de dalga geçerler ya, askerlikte kapının üzerine bile kapı diye yazı asarlar, inanın gerekli... Ben kaç kere kilitli dolabı zorlayıp komutanım kapı kilitli çıkamıyoruz diyen askere yön gösterdim, sonunda olan dolabın kilidine oluyor. Ya da kaç kere kendi cebimden klozet kapağı satın aldım bilmiyorum, alafranga tuvalet kesinlikle gereksiz bir lüks askeriye için, çünkü eninde sonunda o tuvalete giren asker alafranga tuvalete alaturka muamelesi yapıp üstüne çömüyor botlarıyla, sonra da kapak kırılıyor tabi...Peki diyelim bu adamlara kışlanın tüm kurallarını, ferdi eğitimlerini öğrettiniz, iyi güzel sonra ne oluyor? Bir ay sonra adam terhis oluyor, yerine hiçbir şey bilmeyen yeni biri geliyor, herşey sil baştan. Kalıcı bir düzen kurmak o kadar zor ki.

Askeri kamuflajın bir de yan etkisi var sanırım, onu giyen adam resmen aptallaşıyor bir süre. Ben kendimden biliyorum, acemilikte öyle bir korku verilmiş ki bölük komutanı bana ne sorsa ben emredersiniz komutanım diyordum kıtada ki ilk ayımda. Dün geldi bir asker bana astsubayın birini soruyor, açık arazideyiz, "bak şuradaki ağaçların orada" dedim 200 m. ötedeki ağaçları işaret ederek, astsubay da orada net olarak görünüyor. Komutanım nasıl gideyim diye soruyor. Ben sabırlıyım; yürüyerek gidiyorsun dedim sakince. Yok komutanım nerden gideyim onu sordum dedi... Arazideyiz, bildiğimiz çayır ortalık yani ortada bir engel falan da yok, düz yardırıp gidicen işte. Adam herşeyi emirle yapmaya o kadar alışmış ki... Benim de sabrım bir yere kadar;
Uygun adımda 97 adım git sonra sağa çark et 33 adım git sonra geriye dön 33 adım daha git sonra sağa dön 81 adım git, orada astsubayını bulacaksın.
Çocuk aynen anlattığım şekilde gidiyor, ilerden de astsubay gülerek bana işaret yapıyor "ne yapıyor bu" diyerek.

Aslında askeri kışlalara bakıldığında yapılabilecek o kadar çok otomasyon, işleri kolaylaştırabilecek sistemler var ki... Tabii hepsi için de bütçe gerekli. Neyse sonuç olarak askerliği rütbeli olarak yapmak sınırlı olanaklarla sorun çözebilme yetisi kazandırıyor, bir de sabrı öğretiyor insana.

7 Ekim 2008

Rüya gibi gerçek

Bazen gün içinde rüyalarımı hatırlıyorum, buraya kadar bir sorun yok ama rüyalarımı sanki gerçekten dün olan birşeymiş gibi hatırlıyorum ve bu gündüz hayatımda sorun yaratabiliyor. Mesela geçen gün bizim çavuşlara bölük komutanıyla aramda geçen komik bir diyaloğu anlatıyordum (şimdi ne olduğunu bile hatırlamıyorum) sonra tam hikayenin sonuna geldiğimde bunun aslında yaşanmadığını ve rüya olduğunu hatırlıyorum... E okadar anlatmışım artık;

- Aaa çocuklar şimdi aklıma geldi aslında bu rüyaydı yaşanmadı böyle birşey

deyip karizmayı da çizdirmeyi göze alamadığım için susuyorum. Böyle olunca da boşu boşuna yalan söylemiş gibi oluyorum.

İşin daha garip yanı bazen gün içinde kafamda kurduğum hikaye/hayallerle rüyaları da karıştırıyor olmam. Mesela gün içinde kafamdan şöyle şöyle bişey olsa ne garip olurdu falan diye bir düşünce geçiyor, iki gün sonra aklıma aynı şey gelince " ya acaba bu bir rüya mıydı yoksa kafamda kurduğum bir düşünce miydi yoksa gerçek miydi?" şeklinde bir soru beliriyor. Sanırım benim yaşlılığım çok eğlenceli olacak çevremdekiler için...

25 Eylül 2008

Çıplak Gözlerle Zaman

Askerlik birçok anlamda insanın zihnini uyuşturuyor sanırım, çoğu zaman kendimle başbaşa kalamıyorum ama kalabildiğim nadir anlardan birinde yazmışım "askerin not defterine"...

Hafif bir tonumdayken bir çift çıplak göz ile baktım dünyaya. Duygularım ve düşüncelerim bir kenarda, etrafıma bakındığımda dünyada ki en yalnız gözlerin benimkiler olduğunu farkettim. Hiçbir fayda veya bilgi beklemedim gözlerimden, sadece izledim. İşte o anda zamanı hissettim. Beni çevreliyordu, diğerleri ona kapılmış sürüklenirken ben zamanı hissediyordum. Onu kaçırdığımı düşünmedim, ya da ona yetişebileceğimi. O her zaman kendini yeniliyordu. Tüm dünya akışının matematiksel bir formüle bağlı olduğunu hayal etseydik, zaman sürekli değişen bir katsayı olurdu, tüm sonuçları etkileyen bir katsayı.

İşte tam böyle anlarda insanın aklına bir anda tek bir şey geliyor; sevdiği kişi. O düşüncemde sabit kalıyor, bu kadar hızlı akan, değişen zamanın içinde sığınılacak güvenli bir sığınak gibi. Zamanı izleyen çıplak gözlerim artık yalnız hissetmiyorlar. Onun şu anda, şu saatte ne yaptığını hayal etmeye çalışıyorum. Acaba onun gözleri şu anda neleri görüyordur? Onlar da çıplak mıdır? Acaba onlarla birlikte izleyebilecek miyiz zamanı; zamanı geldiğinde?

5 Eylül 2008

Genetik Endüstrisi ve Robot Teknolojileri

Bir yanda en insansı robotu üretmeye çalışan bilim insanları, diğer yanda ise genleriyle oynanmış "akıllı" organizmalar.

Her ikisinin de hedefi bir, insanlığa daha iyi hizmet edebilmek.

Bir yanda dakik birebir itaat eden makinalar, diğer yanda ise hareketleri makinalar kadar kesin olmayan, henüz hayatımıza dahil olmamış organik yapılar.

Robot sektöründeki yüksek maaliyetlere karşılık organik akıllı organizmalar çok daha ucuz ve hızlı üretilebilmeleri...

Gelecekte bence her ikisi de hayatımızda olmaya devam edecek, genleriyle oynanmış akıllı organizmalar çok daha fazla hayatımızda yer alırken robotsu mekanizmalar daha çok ağır işler de kullanılabilir.

Böylelikle hayatımıza yeni sosyal sınıflar katılabilir; işçi kısımında mekanik robotlor, hizmet sektöründe ise akıllı organizmalar. İnsanların çoğunluğunu ise daha az iş imkanları bekleyecek.

1 Eylül 2008

Geleceği planlamak, kiralamak ve dinlemek

Hayatımıza dair ne kadar plan yapabiliyoruz, ne kadarı düşündüğümüz gibi gelişiyor bilemiyorum. Kafamızda belli hayaller var geleceğe dair ve düşününce bu hayaller bana o kadar dar görüşlü geliyor ki, en azından kendi hayallerim. Bazen hayallerimi Türkiye'nin 5 yıllık kalkınma planlarına benzetiyorum, hani hiç tutturulamayan hedefler konur, beylik sözlerle bezenir bir de... (Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülke seviyesine geçiş falan gibi) Ben kendimi bildim bileli bu laf söyleniyor, bence gelecek nesiller bu lafı deyim yapabilirler.

 Gelişmekte olan ülkeden gelişmiş ülke seviyesine ulaştığımızı görmeden paçayı sıvama

Küçük çocuğa sorar ailesi büyüyünce ne olacaksın diye, o da bi yerden astronot görmüştür, astronot olacağım der.

Oğlunun gelecekte aç kalacağını düşünen baba;
- Oğlum istersen mühendislik oku, hala istersen oradan astranotluğa yatay geçiş yaparsın

Babanın oğlunun hayal gücünü kırıp onu yönlendirmesinden korkan anne;
-Aa ne alaka Fikret, astranot olmak istiyorsa astranot olsun benim oğlum, ne de yakışır o fanusun içine oğlumun koca kafası aman da aman

Konu hakkında derin bilgisini göstermek isteyen yeni ergen abi ise;
- Oğlum astranot olma lan, çok rahatsız o kıyafetler

İşte benim gelecek hakkında ki hayallerim de astranot olma hayali gibi. Biraz plansız, biraz hayalperest ve biraz da kiralık.

Kiralık diyorum çünkü hayal ettiğim çoğu şeyi başka bir yerden görüp özenerek hayal ediyorum bence. Kafama yerleştirilmiş belirli hayat biçimleri var ve hayat bize bunlardan farklı şeyler sunduğunda hevesim kırılıyor, şaşırıp kalıyorum ve bir şekilde hedefime ulaşamamış gibi hissediyorum. Bunlar bir şekilde üzerimde baskı yaratıyor olmalı.

Bence geleceğimin her adımını planlamak onu sınırlamak olur, geleceğimi başkalarının hayallerine göre kiralamak ise onu harcamak olur. Belki de yapmam gereken sadece onu dinlemektir, olayları akışına bırakmak değil de, açık gözlerle hayatın bana sunduklarını takip etmeli ve onları anlanlandırmalıyım kafamda. Bu düşünce yapısını "geleceği dinlemek" olarak adlandırıyorum.