kişisel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kişisel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2009

Yeni Hayat

Uzun zamandır bir yazı yazamıyordum günlüğe, bunun sebebi sanırım hayatımdaki büyük değişikliğe hazırlık döneminin yoğunluğu ve sanırım bu süreçte pek de yazma ihtiyacı hissetmemiş olmam.

21 Kasım'da eşimle beraber yeni bir hayata başladık. Yoğun bir hazırlık sürecinden sonra sonunda evlendik, evlenme hazırlıkları özellikle iki taraf da çalışıyorsa oldukça yorucu olabiliyor çünkü işten arta kalan az zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyor.

Yeni bir ev, yeni eşyalar, hayatımı paylaşacağım eşim... kısaca yeni bir hayat.

Bu arada 6 aydır İstanbul metrosunun ve Marmaray'ın trenlerini üreten Hyundai-Rotem firmasında sinyalizasyon mühendisi olarak çalışıyorum. Demiryollarında sinyalizasyon'u kısaca yolcuların güvenli bir şekilde seyahat edebilmesi için tren ve hat üstü ekipmanlar arasında kurulan sistem diye özetleyebilirim sanırım. Neyse bizim araçlar sayesinde yakın zamanda özellikle iş çıkışı saatlerinde yaşanan yolcu sıkışıklığının çözüleceği müjdesini verebilirim. Belki sinyalizasyon ve yaptığım işlerle ilgili ayrı bir internet günlüğü veya sayfası hazırlayabilirim. Şimdilik vakit bulabilir miyim bilmiyorum ama zaman ayırmaya çalışacağım.

Bir de tekrar dayı oldum, Alp çok sevimli bir bebek. Oldukça sessiz ve düzenli uyuyan bebeklerden. Şimdilik Deniz abisi hala kıskanıyor onu ama zamanla güzel bir abi-kardeş bağı kuracaklarına eminim.

Yazamadığım 6 ay boyunca hayatımda ki değişiklikleri böyle özetleyebilirim sanırım. Halimden oldukça memnunum umarım böyle devam eder.

24 Mayıs 2009

Bir dostu kaybetmek

On beş yıldır benimle birlikteydi, onu ilk gördüğümde o 1.5 aylık, ben ise 13 yaşındaydım. Onu aldıktan bir kaç gün sonra hasta olduğunu farketmiştik, kanlı ishal teşhisi konmuştu ve bu yavru köpekler için ölümcül bir hastalıktır. Onu aldığımız yere geri vermeyi düşünmüştük ama geri verdiğimizde onunla ilgilenilmeyeceğini ve ölebileceğini düşündüğümüz için onu hayvan hastanesine götürdük, orada bir kaç gün seruma bağlandı, güçlü bir köpek olduğunu o zamandan kanıtlamıştı ve bu hastalıktan kurtuldu.

Yavruyken küçücük vücuduna oranla büyük kafasını öne doğru eğip alttan alttan sert(!) bakışlar attığı için babam ona "Maço" adını koydu. Kısa sürede ailenin bir üyesi olmuştu. Zorlu geçen ergenlik dönemimdeki en yakın arkadaşımdı. Karşılıksız yaptığı sevgi gösterileri sonunda hiç hayvan sevmeyen insanları bile kendine bağlıyordu. Hiç şımarık bir köpek olmadı, her zaman asil, onurlu ve güçlüydü.

Hayatı boyunca bir çok şey atlattı. Bir araba ona çarpıp kaçtığında bacağı kırıldı, yanlış kaynadı ama gene de koşmaya devam etti. Haftasonu tatilinde gittiğimiz yazlığımızda bir gün boyunca kayboldu ve biz o pazar gecesi İstanbul'a dönmek zorundaydık. Pazartesi sabahı yazlıktan komşumuz onu kapısının önünde beklerken bulmuş, bizi bulamadığı için komşumuzun kapısında beklemiş. Bir hafta boyunca kaçırılmıştı, daha sonra kaçıranlar onu aradığımızı farkedip utanınca onu geri iade etmişlerdi. 8 yaşından beri bir gözünde katarakt oluştu, 10 yaşından beri iki gözü de tamamiyle kör olarak, sadece koku duyusuyla yönünü buldu. Son zamanlarında ise kalbi büyümeye devam ettiğinden ciğerini sıkıştırıyor ve nefes almasını zorlaştırıyordu. Heyecanlanmaması gerektiği halde benim kokumu duyduğunda yere yatıp kendini sevdiriyor, gıdıklatıyordu. Sanırım bunu hep kendi görevi gibi gördü. Sevmek ve sevdirmek...

20 Mayıs Çarşamba günü sabahı onu bahçemizdeki ağacın önünde başı yukarı doğru kasılmış olarak gördüm, dili yandan sarkmış, salyaları akıyordu. Bir krize girmişti, nefes alamadığı için boynunu hep yukarıda tutuyordu. Hemen veterinere götürdüm, veterinere gitmeyi hiç sevmezdi, orada çok huzursuz olurdu. Veterinerde serum verildi, oksijen verildi, kortizon iğnesi yapıldı. Veteriner hekim sonunda ötenazi yapılmasını önerdi. Daha önce de ben Amerika'dayken böyle bir krize girmiş ve veteriner anneme de aynı şekilde önermişti ama annem bu kararı alamamıştı ve evde bahçesine geri getirmişti Maço'yu, o da mucizevi bir şekilde iyileşmiş ve 1.5 yıl daha yaşamıştı. İçimde hala yaşayabileceğini ümit ediyordum ve bu kararı da veremezdim ama acı çekmesini de istemedim. Eğer ölücekse de evinde kendi bahçesinde ölmesini tercih ederim dedim kendime çünkü veterinerden ne kadar korktuğunu biliyordum. Veteriner şu an zaten komada olduğu için acı çekmediğini, kortizon iğnesinin onu rahatlattığını söyledi. Veterinere dedim ki eğer acı çekmeye başlarsa size telefon açarım iğneyle gelirsiniz.

Onu bahçede en sevdiği köşesine yatırdım, zar zor nefes almaya devam ediyordu. Başını okşuyordum. Sonra bir on, on beş saniye inlemeye başladı. Aklımdan o kararı vermeye çalışıyordum o anda, veterinere telefon açmalı mıyım diye... İşte o anda son nefesini verdi Maço, doğal yollardan öldü. Veteriner çok acı çekmediğini söyledi. Ölmeden önceki 15 saniyelik süre hariç hiç inlememişti gerçekten de...

Bazı insanlar çok bağlanacaklarından korktukları ve öldüklerinde çok üzüleceklerini düşündükleri için hayvan beslemekten korktuklarını söylüyorlar. Bir şeyi kaybetme korkusunun ona sahip olma hissinden daha yoğun olması bence daha korkunç. Üzüntüm çok büyük olsa da geriye dönüp birlikte paylaştığımız anlara, duygulara bakınca kesinlikle buna değerdi.

Maço'yu bahçenin kenarına gömdük ama onun dostluğu ve sevgisi anılarımda hiç gömülmeyecek. Huzur içinde uyu güzel oğlum...

13 Mayıs 2009

Otokontrol Hissi

Kendime bir hedef koyduğum zaman çoğu kez kafamın içinde bir benlik oluşuyor. Kendine güveni tam, baskıcı değil ama hırslı ve belki de biraz ısrarcı biri olabilir. Hedeflerimi gerçekleştirmem için o kafamın içinde benimle konuşuyor, hatta bana kendi adımla sesleniyor, beni motive ediyor. "Şöyle yapmalısın Mert, ya da dayanmalısın Mert" gibi. Sanırım ortaokuldan beri orada ve gerektiğinde ortaya çıkıyor, aslında ona ihtiyacım olduğunda ben çağırıyorum demek daha doğru.

Tamamen bilinçli yaratılan ve ihtiyaç duyulduğunda aktive edilen bir otokontrol mekanizması. Tahmin ediyorum çoğu insanın zihninde farklı şekillerde vardır ama pek konuşulmuyor sanırım bu konuda. Kimisinin kafasındaki ses ölmüş büyükannesidir, kimisinin babası, kiminin bende olduğu gibi kendi hatta kiminin ki de tanrı veya allah.

Asıl kafamı kurcalayan bu yardımcı olan otokontrol mekanizmasını beynimiz nasıl oluşturuyor, onun karakterini nasıl belirliyor? Acaba o da bizimle birlikte büyüyüp gelişiyor mu yoksa aslında o bir duyguyu mu temsil ediyor? Kendi örneğimde; acaba ortaokuldaki hali ile bugünkü hali bir mi? Nasıl mutluluk duygusunun hissi değişmez, sadece mutlu olduğunuz şeyler değişir, işte kafamızda yarattığımız otokontrol mekanizması da bir bakıma his mi acaba? Belki de çevremizden farkında olmadan aldığımız bir tür enerjidir.

4 Mayıs 2009

Zaman Yönetimi

Son zamanlarda kendimi zaman yönetimmi konusunda hiç beğenmiyorum. Sebebi bahar yorgunluğu olabilir, aylardır bir iş bulamamış olmam olabilir bilmiyorum ama günlerimi yeterince verimli geçirmediğim açık. Aslında suçu iş bulamama veya bahara atmak işin kolay yanı ama beni asıl sinirlendiren kendim, kendimi disipline edememem. Sanırım bir kez motivasyonumu kaybedince tekrar kendimi düzene sokmam zor oluyor ama aslında motive olmamı gerektirecek bir çok sebep de var. Bence geçici ve sıkıcı bir süreçten geçiyorum, bazı şeyleri kavramak için yaşamak zorunda olduğum. Gene de yeniden disipline olmak için elimden gelen tüm çabayı göstermeliyim.

3 Mayıs 2009

Zamanın arasına serpilmiş yapboz parçaları

Yaşam ve ölüm arasında insanların en çok anlamlandırmaya çalıştıkları kavramın aşk olduğunu düşünüyorum. Onu yüzyıllar boyunca öyle yüceltmişler, onu kanıtlamak için o kadar çok çaba göstermişler ki bence bu onu gereğinden fazla şişirmiş ve anlamsızlaştırmış. Hatta çoğu zaman onu ifade eden kelimelere bile taşıyabileceklerinden fazla anlamlar yüklemişler.

Sanırım benim ise onu çoğu insandan daha farklı bir algılayışım var. Çoğu insanın düşündüğünün tersine bence aşk hafiftir, seni hafif hissettirir. Asla yoğun ve ani bir duygu değildr. Zamana yayılmış bir yapboz gibidir aslında, sen zamanla etraftan parçalarını toplayıp onu bir bütün haline getirmeye çalışırsın.

Bugün bir bakış, yarın belki ufak bir gülümseme, başka bir gün ise kimbilir yavaşça saçını düzeltmesi olabilir. Onu oluşturan ufacık anlar vardır, belki de saniyenin binde biri büyüklüğünde ama o anları yaşamak için yıllarca bekleyebilir bir insan. İşte tüm bu anlar bir araya geldiğinde anlamlı bir bütünü, adeta canlı bir organzmayı oluştururlar. Bu yapbozun en güzel yanı ise, eğer doğru anları yakalayabiliyorsan bu yapbozun hiç tamamlanmayacağını bilmemizdir.

Ne var ki bu yapozu çözmeye çalışırken geçen süreçte insan bambaşka bir şeyi daha keşfeder; kendini. Karşınızdaki insanın da senle aynı süreçten geçtiğini anladığımızda ise aslında onun da kendini keşfetmekte olduğunu farkederiz. Bu tıpkı çocukken çevremizdeki çocuklarla birlikte büyümenizi keşfetmemize benzer, aynı keşfetme sürecini paylaşmanın verdiği heyecanı yeniden yaşatır belki de.

Aslında bence onu oluşturan temel madde de sürekli devam eden bu keşfetme sürecidir. İşte bu yüzden bence aşk bir duygu ya da his değil, zamanın arasına serpilmiş yapboz parçalarıdır.

14 Ocak 2009

Bir yıl önce...

Uzun süredir yazmıyordum, askerden döneli iki ay oldu ve iş aramaya başladım, iş aramak için çok iyi bir zaman değil ne yazık ki kriz dolayısı ile ama olsun umudum var.

Bundan bir yıl önce ki halime bakınca gene bu günlere de şükrediyor insan...

 Askerlik uzun bir süreç, keşke kısa dönem olmasını dilediğim çok zaman oldu ama gene de bana hiçbir şey öğretmedi diyemem. Korkarım ki yavaş yavaş tezkere parfümü etkisini yitiriyor ve insan kendini günlük yaşamın akışına ve temposuna bırakıyor zamanla.


Çok farklı kültürlerden çok farklı bir çok insanla birlikte çalışıyorsunuz askerlikte, bu yüzden ülkenin genel bir fotoğrafını görüyorsunuz diyebilirim. Güzel arkadaşlarım oldu bu süre içinde, umarım bağımız uzun yıllar sonra da devam eder...

29 Ekim 2008

Tezkere parfümü

Bugün odamı toplarken bir hafta sonra evi boşaltacağım için işe yaramayacak birçok şeyi atıyordum, işte o an inanılmaz bir huzur duydum içimde. Bir hafta sonra tekrar eski yaşamıma geri dönebilecek olmam hala hiç inandırıcı gelmiyor. Yeniden doğmak gibi olacak sanırım, yapmaya zaman bulamadığım bir sürü şeyi tamamlayacağım, sevdiklerimle istediğim kadar zaman geçirebileceğim, sabahları istediğim saatte kalkabileceğim (en azından işe girene dek)...

Bazen sanki hayata yeni bir başlangıç yapacakmışım gibi geliyor. Uzaktan baktığımda eksikliğini hissettiğim herşeyi tamamlamak için yeni bir fırsat. Hapishaneden çıkan insanlar da bu şekilde hissediyor olmalı, kuvvetli bir duygu ama umarım hayatın akışında etkisini kaybedip gitmez. Tezkere almak; özgürlüğün değerini anladıktan sonra, o özgürlük kokusunun hiç üzerinden çıkmasını istemediğiniz bir parfüm gibi.

14 Ekim 2008

Askerlik Anıları

Acemilik birliğinde eğitim alırken bizimle aynı binada kalan teğmenlerle muhabbet ediyorduk, biz onlara kışla hayatı nasıl, nelerle karşılaşabiliriz diye sorarken onlar da sivil hayat nasıl siz ondan bahsedin diye soruyorlardı. O an garipsemiştim, "sivil hayat bildiğin hayat işte, onlar sanki başka bir dünyada yaşıyorlar, soruya bak" diye geçirmiştim aklımdan. Askeri hayatı gördükten sonra insan gerçekten sivil hayatı unutuyor, bambaşka bir dünya. En son ne zaman gazete okudum, ne zaman televizyonda haberleri seyrettim doğru düzgün hatırlamıyorum. Şu an dünyada bir ekonomik krizin geldiğini biliyorum en son.

Orduya asker olarak gelmekle, rütbeli olarak gelmek arasında büyük bir fark var. Askerler için askerlik bir deneyim, gün saydıkları vatani görevleri sadece. Eğer asteğmen iseniz bunun sizin mesleğiniz olması isteniyor. Tamam belki siz de gün sayıyorsunuz ama bitirmeniz gereken işler, verilen görevleri zamanında tamamlama sorumluluğu çoğu zaman sizi zihnen askerin düşünüş şeklinden uzak tutuyor. Bir de askerler çoğu zaman askerliği bir deneyim olarak gördükleri için "askerlik şöyle zor, böyle zor" ya da "ooo çok rahat askerlik yaptım, hep yattım" gibi anlatırlar askerliklerini. Rütbeliysen ise ortada bambaşka bir tablo var. Hiç kimse bana askere gelmeden önce;
 "bak kışlalar neredeyse bir kasaba dolusu erkeğin birlikte yaşadığı bir komün hayatıdır" 
demedi, bu yönden bakılmıyor hiç. Askerlik sadece tüfeklerle yürüyüp yaylalar demek, spor yapmak değil; aslında gerçek bir şehrin küçük bir kopyası... İnanın bu küçük şehri çevirmekten çoğu rütbelinin başını kaşıyacak hali kalmıyor. En azından bizim tugayda böyle. Hangi arada askerlere eğitim verip denetime hazırlayacak, hangi zamanda kağıt işleriyle boğuşacak, hangi zamanda askerlerin ihtiyaçları ile ilgilenecek, hangi zamanda bölüğünü, kışlasını güzelleştirecek belli değil. Bir de rütbeliyi asıl yoran şey şu:
Sizin bu minyatür şehrinizden her yıl binlerce turist geçiyor!
Askerlere turist diyorum çünkü hiçbiri kaldıkları kışlayı evleri gibi benimsemez, bahsettiğim gibi burası onlar için 15 veya 6 ay kamp yapacakları bir yerdir, gün sayarlar. Bir örnekle anlatayım, kendi evinizde ki banyoyu temiz tutmak kolaydır, bir de her gün binlerce kişinin girip çıktığı Taksim Meydanı'nın ortasındaki bir tuvaleti kendi evinizde ki kadar temiz tutmaya çalışın...

Askeri kışlalarda sürekli bir devir daim vardır ve bu devir daim bazen o kadar yıkıcı olabiliyor ki, bir gün inşa ettiğiniz birşey bir yıl sonra orada aynı şekilde durabileceğini söylemek çok zor. Yeni bir duvar yaptınız diyelim, ertesi sabah bir geliyorsunuz dün akşam orada nöbet tutan askerlerden biri anında duvara şafak atmış. (şafak atmak: askerliğinin bitmesine kaç gün kaldığını yazmak) Peki bu nöbetçi bilmiyor mu o gece orada nöbet tutan askerler arasında şafağı 156 olanın bir tek o olduğunu? Sabah olduğunda onu çok rahat tespit edip cezalandıracağımızı? Bir başkası da yazmış "dün şafak diyordu 285 bugün diyor 284, bu askerlik bitmez". Hani rakam azalmasa, sabit kalsa ben de bitmez diyeceğim ama...

Bir de dalga geçerler ya, askerlikte kapının üzerine bile kapı diye yazı asarlar, inanın gerekli... Ben kaç kere kilitli dolabı zorlayıp komutanım kapı kilitli çıkamıyoruz diyen askere yön gösterdim, sonunda olan dolabın kilidine oluyor. Ya da kaç kere kendi cebimden klozet kapağı satın aldım bilmiyorum, alafranga tuvalet kesinlikle gereksiz bir lüks askeriye için, çünkü eninde sonunda o tuvalete giren asker alafranga tuvalete alaturka muamelesi yapıp üstüne çömüyor botlarıyla, sonra da kapak kırılıyor tabi...Peki diyelim bu adamlara kışlanın tüm kurallarını, ferdi eğitimlerini öğrettiniz, iyi güzel sonra ne oluyor? Bir ay sonra adam terhis oluyor, yerine hiçbir şey bilmeyen yeni biri geliyor, herşey sil baştan. Kalıcı bir düzen kurmak o kadar zor ki.

Askeri kamuflajın bir de yan etkisi var sanırım, onu giyen adam resmen aptallaşıyor bir süre. Ben kendimden biliyorum, acemilikte öyle bir korku verilmiş ki bölük komutanı bana ne sorsa ben emredersiniz komutanım diyordum kıtada ki ilk ayımda. Dün geldi bir asker bana astsubayın birini soruyor, açık arazideyiz, "bak şuradaki ağaçların orada" dedim 200 m. ötedeki ağaçları işaret ederek, astsubay da orada net olarak görünüyor. Komutanım nasıl gideyim diye soruyor. Ben sabırlıyım; yürüyerek gidiyorsun dedim sakince. Yok komutanım nerden gideyim onu sordum dedi... Arazideyiz, bildiğimiz çayır ortalık yani ortada bir engel falan da yok, düz yardırıp gidicen işte. Adam herşeyi emirle yapmaya o kadar alışmış ki... Benim de sabrım bir yere kadar;
Uygun adımda 97 adım git sonra sağa çark et 33 adım git sonra geriye dön 33 adım daha git sonra sağa dön 81 adım git, orada astsubayını bulacaksın.
Çocuk aynen anlattığım şekilde gidiyor, ilerden de astsubay gülerek bana işaret yapıyor "ne yapıyor bu" diyerek.

Aslında askeri kışlalara bakıldığında yapılabilecek o kadar çok otomasyon, işleri kolaylaştırabilecek sistemler var ki... Tabii hepsi için de bütçe gerekli. Neyse sonuç olarak askerliği rütbeli olarak yapmak sınırlı olanaklarla sorun çözebilme yetisi kazandırıyor, bir de sabrı öğretiyor insana.

7 Ekim 2008

Rüya gibi gerçek

Bazen gün içinde rüyalarımı hatırlıyorum, buraya kadar bir sorun yok ama rüyalarımı sanki gerçekten dün olan birşeymiş gibi hatırlıyorum ve bu gündüz hayatımda sorun yaratabiliyor. Mesela geçen gün bizim çavuşlara bölük komutanıyla aramda geçen komik bir diyaloğu anlatıyordum (şimdi ne olduğunu bile hatırlamıyorum) sonra tam hikayenin sonuna geldiğimde bunun aslında yaşanmadığını ve rüya olduğunu hatırlıyorum... E okadar anlatmışım artık;

- Aaa çocuklar şimdi aklıma geldi aslında bu rüyaydı yaşanmadı böyle birşey

deyip karizmayı da çizdirmeyi göze alamadığım için susuyorum. Böyle olunca da boşu boşuna yalan söylemiş gibi oluyorum.

İşin daha garip yanı bazen gün içinde kafamda kurduğum hikaye/hayallerle rüyaları da karıştırıyor olmam. Mesela gün içinde kafamdan şöyle şöyle bişey olsa ne garip olurdu falan diye bir düşünce geçiyor, iki gün sonra aklıma aynı şey gelince " ya acaba bu bir rüya mıydı yoksa kafamda kurduğum bir düşünce miydi yoksa gerçek miydi?" şeklinde bir soru beliriyor. Sanırım benim yaşlılığım çok eğlenceli olacak çevremdekiler için...

25 Eylül 2008

Çıplak Gözlerle Zaman

Askerlik birçok anlamda insanın zihnini uyuşturuyor sanırım, çoğu zaman kendimle başbaşa kalamıyorum ama kalabildiğim nadir anlardan birinde yazmışım "askerin not defterine"...

Hafif bir tonumdayken bir çift çıplak göz ile baktım dünyaya. Duygularım ve düşüncelerim bir kenarda, etrafıma bakındığımda dünyada ki en yalnız gözlerin benimkiler olduğunu farkettim. Hiçbir fayda veya bilgi beklemedim gözlerimden, sadece izledim. İşte o anda zamanı hissettim. Beni çevreliyordu, diğerleri ona kapılmış sürüklenirken ben zamanı hissediyordum. Onu kaçırdığımı düşünmedim, ya da ona yetişebileceğimi. O her zaman kendini yeniliyordu. Tüm dünya akışının matematiksel bir formüle bağlı olduğunu hayal etseydik, zaman sürekli değişen bir katsayı olurdu, tüm sonuçları etkileyen bir katsayı.

İşte tam böyle anlarda insanın aklına bir anda tek bir şey geliyor; sevdiği kişi. O düşüncemde sabit kalıyor, bu kadar hızlı akan, değişen zamanın içinde sığınılacak güvenli bir sığınak gibi. Zamanı izleyen çıplak gözlerim artık yalnız hissetmiyorlar. Onun şu anda, şu saatte ne yaptığını hayal etmeye çalışıyorum. Acaba onun gözleri şu anda neleri görüyordur? Onlar da çıplak mıdır? Acaba onlarla birlikte izleyebilecek miyiz zamanı; zamanı geldiğinde?

1 Eylül 2008

Geleceği planlamak, kiralamak ve dinlemek

Hayatımıza dair ne kadar plan yapabiliyoruz, ne kadarı düşündüğümüz gibi gelişiyor bilemiyorum. Kafamızda belli hayaller var geleceğe dair ve düşününce bu hayaller bana o kadar dar görüşlü geliyor ki, en azından kendi hayallerim. Bazen hayallerimi Türkiye'nin 5 yıllık kalkınma planlarına benzetiyorum, hani hiç tutturulamayan hedefler konur, beylik sözlerle bezenir bir de... (Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülke seviyesine geçiş falan gibi) Ben kendimi bildim bileli bu laf söyleniyor, bence gelecek nesiller bu lafı deyim yapabilirler.

 Gelişmekte olan ülkeden gelişmiş ülke seviyesine ulaştığımızı görmeden paçayı sıvama

Küçük çocuğa sorar ailesi büyüyünce ne olacaksın diye, o da bi yerden astronot görmüştür, astronot olacağım der.

Oğlunun gelecekte aç kalacağını düşünen baba;
- Oğlum istersen mühendislik oku, hala istersen oradan astranotluğa yatay geçiş yaparsın

Babanın oğlunun hayal gücünü kırıp onu yönlendirmesinden korkan anne;
-Aa ne alaka Fikret, astranot olmak istiyorsa astranot olsun benim oğlum, ne de yakışır o fanusun içine oğlumun koca kafası aman da aman

Konu hakkında derin bilgisini göstermek isteyen yeni ergen abi ise;
- Oğlum astranot olma lan, çok rahatsız o kıyafetler

İşte benim gelecek hakkında ki hayallerim de astranot olma hayali gibi. Biraz plansız, biraz hayalperest ve biraz da kiralık.

Kiralık diyorum çünkü hayal ettiğim çoğu şeyi başka bir yerden görüp özenerek hayal ediyorum bence. Kafama yerleştirilmiş belirli hayat biçimleri var ve hayat bize bunlardan farklı şeyler sunduğunda hevesim kırılıyor, şaşırıp kalıyorum ve bir şekilde hedefime ulaşamamış gibi hissediyorum. Bunlar bir şekilde üzerimde baskı yaratıyor olmalı.

Bence geleceğimin her adımını planlamak onu sınırlamak olur, geleceğimi başkalarının hayallerine göre kiralamak ise onu harcamak olur. Belki de yapmam gereken sadece onu dinlemektir, olayları akışına bırakmak değil de, açık gözlerle hayatın bana sunduklarını takip etmeli ve onları anlanlandırmalıyım kafamda. Bu düşünce yapısını "geleceği dinlemek" olarak adlandırıyorum.

17 Haziran 2008

Küçük bir dişli parçası

Derim pul pul dökülmeye başladı bu sabah ki soğuk duştan sonra, geçte olsa 30 korumalı güneş kremimi kullanmaya başladım. O kremlerin kokusu bana inanılmaz bir biçimde yazı hatırlatıyor, gün içinde birden o koku geliyor kollarımdan ve sanki ayağımda botlar değil de parmak arası terlikler varmış gibi hissediyorum.

Bugün ilk defa askerlikten zevk aldım, neden bilmiyorum, belli bir sebebi yok ama çok yoğun bir çalışma vardı bugün ve çalışan bir şeyin parçası olmak güzel hissettirdi. Çok iyi bakımı yapılmış, yağlanmış bir makinada ki çok küçük bir dişli parçası gibi hissettim.

Birilerini, bişeyleri özlemek güzel bir his; uzaktan bakıyosun ve onların aslında hayatında ne kadar değerli olduğunu görüyosun. Döndüğümde özlem duyduğum şeylere hemen alışmaktan korkuyorum biraz, kavuşma hissinin upuzun sürmesini istiyorum sanırım. Neyse bunları düşünmek için hala erken ve 6 saat sonra kışlada olmam lazım, şimdi ne kadar uyuyabilsem kardır :)

31 Aralık 2007

Sen Kayseri'li misin Mert Ulaş?

Cuma günü yemin töreninden sonra yılbaşı ile birleştirdiler 3 günlük tatilimiz oldu, hazır internete girebilmişken ilk askerlik anımı da yazayım dedim...

Eğitim döneminde son günler, atış talimleri son hızla devam ediyor. G3, MP5 ve Colt tabanca'dan sonra MG-3 ile atış yapılacak o gün. Araziye çıkardılar bizi MAN otobüslerle atış alanına götürdüler. 5 tane silah var 120 kişi kuyrukta bekliyor, bekleyenler o sırada boş durmamak için ellerinde ki G3 tüfeklerini söküp takıyolar falan. Ben sabah kahvaltı da yapmamıştım, saat öğleden sonra 1 olmuş hala sıra bekliyorum, hava da buz gibi... Ankara soğuğu bir başka oluyormuş, kupkuru bir soğuk. Sıra da numara sırasına göre, benim numara da en sonlarda...

Sonra bir baktım bizim otobüsler gene geldi alana, ben hemen anladım durumu atışı yapmış olanları yemeğe gönderiyorlar. Ben de artık soğuk ve açlığa dayanamıyorum kendi kendime ya ben yemek yiyip dönene dek sıra anca bana gelir zaten dedim. Sessizce atışımı yapmış gibi bindim otobüse, yemeğimi yedim bizi tekrar atış alanına bırakıyor otobüsler. Sonra üstteğmen dedi ki hiç indirmeyin burada bunları direkt G3 200 metre atış alanına götürün dedi. Ben tam "oh bu atıştan yırttım galiba" derken birden otobüsü durdurdular, astteğmen kapıyı açtı;

-Mert Ulaş burada mı?
-Evet komutanım
-Oğlum sen atışını yapmamışın

Hemen indim otobüsten, ileri de atış alanının orada üstteğmen bağırıyor
-Mert Ulaş sen atışını yaptın mı?
-Hayır komutanım
-Eh aferin

Sırtımda G3 tüfeği ile atış alanına doğru heralde hayatımın en hızlı deparını attım. Atış alanından bu sefer yüzbaşı bağırıyor;

-Sen Kayseri'li misin Mert Ulaş?
-Hayır komutanım Ordu'luyum
-Kayseri'ye de uzakmış ama gel bakalım sen şöyle 5 numaralı silaha önüme
-Emredersiniz komutanım

Hemen silahın başına yattım.

-Sen beni tanıyor musun Mert Ulaş
-Tüfek bombası eğitim alanında görmüştüm komutanım ama adınızı bilmiyorum komutanım
-İyi iyi Ankara'da kalırsan daha yakından tanışırız seninle (yüzünde hafif bir gülümseme ile) Hele sen bir vurama da hedefi o zaman görüşürüz.
(İç ses: sıçtık...)

Üstteğmen komutları veriyor o sırada, kurma kolunu çek vs. gibi, başımda ki yüzbaşı;

-Silahı yana yatır
Ben hafif yana doğru dönüyorum
-Sen dönme oğlum silahı yatır

Şimdi MG-3 hafif makineli tüfeğinde yere sabitlemek için 2 ayak bulunur, ben tüfeği yüzbaşının dediği gibi yatırınca ayaklardan biri havaya kalktı... İçimden "ya bunun 2 ayağını boşu boşuna yapmamışlar tek ayak havada nasıl destek alıcam ben 12 kiloluk silah kesin deli gibi de teper" diyorum. (sonradan öğrendim ki 5 numaralı silahın nişan ayarı bozukmuş o yüzden tek ayağını kaldırtmış yüzbaşı)

(Not: fotoğraf Vikipedi'den alınmıştır)

Normalde bu atış görevinde 5 kere tekli modunda atış yapıcaz ama vaktimiz az olduğu için üstteğmen seri modunda atış yaptırıyor, tetiğe yavaş yavaş basıp yarısında kesmemiz yani 5 mermiyi bir anda değil de 3-2 ya da yapabiliyorsak 2-2-1 şeklinde atmamız bekleniyor. Ne var ki hafif makineli bir tüfekte seri modda namluyu az çekip atışları bölmek ayıptır söylemesi ama erkekler bilirler
"tam işerken yarıda kesip sonra tekrar devam etmekten daha zor bir iş"
Ben de ilk defa bu silahı kullanıyorum. Tetiğe yavaş yavaş çekiyorum almıyor, çekiyorum almıyor, sonra birden tııırrt diye 5 mermi birden gitti tek atışta. (Bu arada kullandığım silahlar içinde sesi en az ve en karizmatik silah, tepmesi de neredeyse hiç yok)

Başımda ki yüzbaşı;

-Yuh, beşini birden gönderdin, kesin dağları tepeleri vurmuşundur sen
(iç ses: çok feci sıçtık)

Hemen koşarak hedefin başında hazırolda bekliyorum, hemen peşimden de yüzbaşı geldi. Hedefin başında çömeldi hedefi inceledi;

-Ha s****r Mert Ulaş, şanslı günündeymişin bugün (Bu arada eğitim boyunca ilk defa o gün bir komutanın küfrettiğini duydum, hiçbir şekilde size karşı bir hakaret veya küfür olmuyor)

Hedefte iç yuvarlakta 2 dış yuvarlak içinde 1 tane isabet ile görevi başarı ile tamamlamışım.

-Saol (bu sefer benim yüzümde hafif bir gülümseme)

11 Aralık 2007

O Şimdi Asker

Askerliğimi yapmak üzere yarın yedeksubay tank takım komutanı olarak Ankara Etimesgut Zırhlı Birliği'ne teslim olacağım. Tahmin ediyorum 2-3 ay süreyle bloğa yazı giremeyebilirim.

Şimdilik hoşçakalın.

Not: Yorumları denetleyemeyeceğim için yorumlarınız ben internete girebilene dek gözükmeyebilir.

12 Kasım 2007

Hazırlanmak

Aralık ayında askerliğe gideceğim kesinleşti, UNIDO-ICHET'te ki işimden cuma günü ayrıldım. Cumartesi günü sigarayı bırakma kararı aldım ve 3 gündür hiç içmedim. Sigarayı askere kadar olan bu 1 ay içinde bırakmam şart çünkü askerdeyken hiç bırakamayacağımı biliyorum.

Tam 1 ay kaldı, bu süre içinde olabildiğince önümdeki sürece hazırlanmaya çalışıyorum. Her gün biraz şnavf-mekik çekip yürüyüşler yapmak hedefim ama bir taraftan da özleyeceğim tüm yemekleri de depolamak istiyorum. Bu ikisi birbiri ile çakışıyor ama bir formül bulmaya çalışacağım. Uyku düzenimi de ayarlamam gerek, askerlikte sanırım sabah 5-6 gibi uyanmak zorunda olacağım. Bunun dışında işte klasik askerik alışverişi olur, vitamin falan alırım gidene dek. Orada yanıma vitamin almama izin verirler mi onu da bilmiyorum.

(fotoğraf: nizamiye.com)

Bir yandan kalan 1 ay içine bir sürü şeyi sıkıştırmak istiyor insan, bir yandan da yan gel yat keyfine bak askerlikte en çok özleyeceğin şey bu olacak diyorum. Haberlerde duydum, yeni askerlik kanununa göre seferberlik anında 60 yaşına dek askerliğe geri çağırabiliceklermiş bu yeni düzenlenen askeri kanun değişikliği ile... Babam daha 60'ına basmadı, dedim eğer seferberlik çıkarsa baba-oğul birlikte askere gideriz artık :)

19 Ekim 2007

Bol gollü günler

Bu aralar çok verimsiz hissediyorum kendimi, özellikle iş yerinde. Zorla kendime iş yaptırıyorum ama hiç içimden gelmiyor. Hani bir bebeğe son iki kaşık mamasını yedirmeye çalışırsınız ama bebek de artık hiçbir numaraya kanmaz ya, işte şu anda ben de o bebek rolündeyim. Motivasyonumu sağlamam gerçekten zor bu aralar.

Asıl sebeplerinden biri sanırım Aralık'ta askere gidecek olmam, aklım orada heralde.

Bugün Facebook'tan (1) ayrıldım, yeterince zaman harcadım sanırım orada, yarın da Facebook'tan bulduğum ilkokul arkadaşlarımla buluşacağım zaten. Yani görevini/işlevini tamamladı Facebook, daha fazla kalmak zevke girerdi.

Bizim orada elektrikler kesiliyor sürekli, lokal bir arızadan dolayı ama ipin ucu kaçmış durumda. Arıza bir bilemedin 2-3 günde giderilir değil mi? 2. haftaya girdik biz.

Şimdi sabah uyanıyorum, lavaboya gidiyorum elektrik yok, erkeklerin aydınlıkta bile isabet oranı düşükken karanlıkta sabah sabah neler yaptım ben de bilmiyorum... Gol 1

Kahvaltıya oturuyorum annem tost hazırlamış ama tostun içine domates de koymuş. İnce dilimlenince seviyorum ama annem kalın kalın yarım domatesi sıkıştırmış tosta. E domatesi o kadar ısıtsan bile sıvılığını koruyor. Tostu yerken şapır şapır yeni gömleğe döküldü, inanılmaz sıcak lava sıcaklığında ki domates kabuğu da diş etime yapıştı, oranın hissizleşmesine böyle kan tadı vermesine soyulmasına falan sebep oldu... Gol 2

Arabaya bindim yol da elektrik arızasını bulmak adına bir yeri daha kazmışlar ama uyarı levhası koymak gavur icadı bişey, herşeyden önce ne gereği var uyarı levhasının? Tekerleğim yeni açılmış köstebek çukuruna girip gaarch diye ses çıkarıyor... Gol 3

Dün şirkette benden bir kaç malzeme alınacak onları araştırmam istenmiş ama ne istediklerini onlarda bilmiyorlar, DC kaynak, elektrometer, plotter falan istenmiş ama özellikleri hakkında hiçbir bilgi yok, yazmış oraya DC Voltage Source diye... Bana birşey söylenmediğinden bu tür ürünleri getiren türk distributörleri buldum, onların tel.larını falan kaydettim, ürünlerinden bahseden rapor yazdım. Bu adımdan sonra onların bana ürün özelliklerini söylemeleri lazım ki ben de ona göre fiyat alabileyim adamlardan. Sabah bana eposta gelmiş;

Gunaydin Mert,
Liste icin tesekkurler.
.....' ya spesifikasyonlari sordum ancak bu aralar cok yogun oldugu icin, senin ilgilenmeni istedi. Sirketleri arayip kaliteli, iyi urunler icin spesifikasyonlari ve fiyati alsin dedi..
iyi calismalar
Sanki manavdan karpuz seçmem isteniyor, ya tamam kaliteli iyi ürün alalım ama özellikleri ne olacak, nerede kullanacağız biz bu ürünleri, hangi amaçla kullanacağız? DC gerilim kaynağı alayım ama kaç Watt olacak, akım aralığı ne olacak, neyi besleyecek? Bişey almak istiyoruz ona karar kılmışız, bi de iyi kaliteli bişey olsun deniyor ama gerisi önemli değil... Gol 4

Ha bir gol de dün yedim, Cevizlibağ-Levent E5 arasında ki 15 km'lik yolu 1 saat 40 dakikada gittim. (dakikada 15 metre, saniyede 25 santim ilerleyerek) İstanbul'da bir 5 yıl sonra trafiği ve yaşamı falan düşünemiyorum, zaten İstanbul'da da yaşamayabilirim 5 yıla.


(1) Facebook: BBG'nin topluma mal olmuş olanı

14 Ekim 2007

Balıklar

Benim bir vizyonum vardı küçükken, nasıl yaşamak istediğime dair, neler yapmak istediğime dair, nasıl mutlu olacağıma dair... O vizyon hala var belki anılarımda ama umudumdan ve aynı motivasyondan kuşkuluyum.

Denizde ki balıklar gibiyiz sanki, bir akıntıyla sürüklenen, debelenen, 3-4 saniyelik hafızayla yaşayan ve tek amacı kendinden küçük balıkları yiyerek büyümeye çalışan. Ben de kendimi bu gruptan ayıramam, çok uzun süre aynı denizde yüzdüm.

Modern insanın hayatında sahip olduklarına bir bakın, oturduğunuz evde hayatım boyunca burada oturacağım diyebiliyor musunuz? Hayatımız boyunca aynı arabayı kullanacağım diyebilir miyiz? Peki ya kullandığımız bilgisayarlar? Giysilerimiz? Cep telefonlarımız? Tek bir soru...

Sürdürülebilirlik hayatımızın neresinde?

İnsan ilişkilerinde de durum pek farklı değil, hatta öyle ki çevremizde sürekli aynı insanların olmasına bile katlanamıyoruz. Hepimiz hayatımızda doğru insanı arıyoruz ama onu bulduğumuzda nasıl tanıyacağımızı, ona nasıl davranacağımızı pek düşünmüyoruz. Sürdürülebilirlik emek gerektirir oysa balıklar olarak neler için emek göstermemiz gerektiğini hatırlıyor muyuz? Çok uzun süre balık olarak kaldık, tekrar insanlaşabilir miyiz acaba?

Şimdi Daft Punk'dan Something About Us dinliyorum, belki bana bişeyler hatırlatır. Umarım.

21 Eylül 2007

Bloglardan ne çok insan tanımışım

Facebook'tan bloglardan tanıdığım bir çok yüz arkadaş listesine ekledi beni, arkadaşlarımın yarısı bloglardan ve türk blog yazarlarından sanırım, ne güzel birşey ya. Ben çok sosyal biri değilimdir ve insanlara fazla kolay ısınamam ama bloglarını okuduğun kişileri daha yakından tanıdığın için buradan çevre yapmak benim için çok daha rahat oluyor sanırım.

Yalnız şu facebook applicationlardan rahatsızım, her gün biri ısırıyor vampir, kurt adam ayağına ya da yeni bir application yükleyip o yayılıyor, onların e-postaları falan geliyor. Ben hepsini ignore ediyorum kusura bakmayın, sade tutmak istiyorum facebook'u, onun da myspace'e dönüşmesine içim elvermiyor.

Askerin olayım

Bu aralar askerliğe gitmek için kasıyorum, hiç aklına gelmez insanın bunun için bile mücadele vermesi gerektiği ama öyle bir durum oluştu. Askerlik tecilim aralığa kadardı ben de aralıkta giderim diyordum, tüm ayarlamaları buna göre yaptım askerlik şubesine gittim. Bana nisan ayında gidiyorsunuz dediler. Eh iptal ettireyim tecilimi aralıkta gideyim dedim, Ankara'dan halletmen gerek dediler. Yurtdışında okuduğum için tecilim Ankara'dan gelmiş, iptalinin de oradan gelmesi gerekiyormuş (Yaşasın bürokrasi!)

Neyse Ankara'dan uğraştık Milli Eğitim'den yazıyı alıp oradaki askerliğe ilettik. (Neden Milli Eğitim, neden YÖK değil o da ayrı mesele) Şimdi oradaki askerlik şubesindeki evrağın buradaki şubeme gelmesini bekliyoruz. Geçen gün Ankara şubesini aradım evrağımın durumunu sormak için;

-Soyadınız
-Ulaş
-Sadece Ulaş mı?
-Ulaş, Mert Ulaş (Bond, James Bond tribi)
-Şimdi Mert mi Ulaş mı?
-Adım Mert soyadım Ulaş
-Ama bana tersden söylüyorsunuz

Askerlik eğlenceli geçecek galiba...