24 Haziran 2007
16 Haziran 2007
Şehrini göster Pınar'a
Sevgili arkadaşım Pınar tabiri caizse biraz tutuşmuş çünkü kendisi çoğu öğrenci gibi son haftaya bırakmış bir dersinin final projesini, eğer bu durum size tanıdık geliyorsa ve öğrencilik hali diyorsanız belki kendisine yardım etmek isteyebilirsiniz.
Pınar'a Şehir Tecrübelerinin Temsilleri adlı ders için dünyanın çeşitli şehirlerinden fotoğraflar gerekiyormuş. Fotoğrafların ilki sabah uyandığınızda pencerenizden gördüğünüz şehrin fotoğrafı diğeri için ise pek bir kısıtlama yok, günün her hangi bir saatinde şehir içinde ki herhangi bir şeyi çekebilirmişsiniz. Daha ayrıntılı bilgiye Pınar'ın bu projesi için açtığı blogdan ulaşabilirsiniz. Pınar'ın eposta adresine pbudan@bilgi.edu.tr fotoğraflarınızı gönderebilirsiniz.
Pınar'a Şehir Tecrübelerinin Temsilleri adlı ders için dünyanın çeşitli şehirlerinden fotoğraflar gerekiyormuş. Fotoğrafların ilki sabah uyandığınızda pencerenizden gördüğünüz şehrin fotoğrafı diğeri için ise pek bir kısıtlama yok, günün her hangi bir saatinde şehir içinde ki herhangi bir şeyi çekebilirmişsiniz. Daha ayrıntılı bilgiye Pınar'ın bu projesi için açtığı blogdan ulaşabilirsiniz. Pınar'ın eposta adresine pbudan@bilgi.edu.tr fotoğraflarınızı gönderebilirsiniz.
13 Haziran 2007
Günlüğüme bırakılan yorumlar hakkında
Yakın zamana dek günlüğüme bırakılan her yoruma teker teker cevap yazardım, kimi zaman yoğunluğumdan dolayı çok geç cevap yazdığım da olmuştur ama hiç atlamamaya çalışırdım. Ne var ki çoğu zaman yazdığım yorumlar, "teşekkür ederim" "çok sağolun" tarzı nezaket yorumlarıydı. Nezaket bence çok önemlidir ve hiçbir zaman gereksiz olarak görmem fakat bundan böyle nezaketimi farklı bir şekilde göstermeye karar verdim. Bundan sonra yazdığım konu ile ilgili herhangi bir soru ya da eleştiri dışındaki yorumlara nezaket cevapları yazmak yerine yorum bırakan kişinin kendi günlüğüne yazdığı konular hakkında yorum bırakmaya karar verdim. Bir bakıma iade-i ziyaret :)
Bunun sebepleri;
Bir de tek tıklama ile basit geribeslemeler verebileceğiniz altta gördüğünüz postreach tarafından sağlanan sistemi entegre ettim, yakın zamanda bu sistemin türkçe desteği de gelecek umarım.
Bunun sebepleri;
- Bence bu bloglar arasındaki yorum alışverişini arttıracak.
- Nezaket yorumları yazmaya üşeniyordum ve hep kafamda önce yorumlara cevap yazar sonra yeni yazı girerim bloğa diyordum, böylelikle hem üşenmemiş hem de kendimi zorlamadığım için günlüğe daha çok yazı yazabilirim.
- Yazdığım yorumları takip sistemini (cocomment yardımı ile) yeniden ekledim yan menüye. Böylelikle sizin sitenize iade-i ziyaret için gelip yorum yazdığım da sizin yazınız da listelenecek yan menüden.
Bir de tek tıklama ile basit geribeslemeler verebileceğiniz altta gördüğünüz postreach tarafından sağlanan sistemi entegre ettim, yakın zamanda bu sistemin türkçe desteği de gelecek umarım.
PS3 ve Garip Çoban
Sony firmasının oyun konsolu Playstation çoğu zaman farklı ve aykırı reklamları ile dikkat çekmeyi başarmıştır. Playstation 3 için hazırladıkları reklamlar da farklı değil üstelik bu reklamda eski türk rock gruplarından Moğollar'ın Garip Çoban adlı şarkısını kullanmışlar.
Uyarı: reklam filmi cinsellik içermektedir.
Uyarı: reklam filmi cinsellik içermektedir.
12 Haziran 2007
Kişisel prototip üretimi - Bölüm 1
Öncelikle ilk bölümde sanayileşme devriminden beri süregelen sömürgecilik ve üretim furyalarını bildiğim / gözlemlediğim kadarıyla özetlemek istiyorum;
Sanayi devriminden önce el yapımı, basit makinalar ile üretim yapılıyordu, üretim sınırlı ve tabii ki insan gücüne dayalı uzun bir süreçti. Maliyetler çok daha yüksekti. O zamanlarda ucuz işçi gücüne yani kölelere ihtiyaç vardı ve sömürgecilik mantığı genelde köleleştirme ve hammadde üzerine kuruluydu. Sanayileşme devrimi ile daha az insan gücüne ihtiyaç duyuldu, kölelik sadece hizmet sektörü için devam etti ve asıl olarak ham madde sömürgeciliği hız kazandı. Sanayi devrimi ise bambaşka bir sömürgeciliğin önünü açacaktı, tüketim sömürgeciliği... Sanayi devrimi ile yüksek hızda, düşük maliyette ve yüksek kar marjı ile üretilen mallar kısa sürede malların üretildiği sanayileşmiş ülkelerin kendi iç piyasa ihtiyaçlarını karşılayınca para kazanabilmek için bu mallara dış ticaret yolları bulmak şart oldu. İşte bu dönemden sonra tüketim sömürgeciliği başladı. Tüketim sömürgeciliğinde sömürgeci devlet artık işgal ettiği ülkelerdeki insanları köle olarak ülkesinde çalışmaya getirmek yerine onların ülke iktidarını ele geçirip hiç kendi ülkelerine bulaştırmadan çalışmalarını ve kazandıkları paralarla kendi ürünlerini tüketmelerini sağladılar.
Amerika'nın gelişmesi ve dünyada özgürlük ve insan haklarının yaygınlaşması üzerine Amerika sömürgeci bayrağını modern bir yaklaşımla İngiltere'den devraldı ve işgalci sömürgeciliğin yerine daha modern olan yeni bir sömürge sürecini tanıttı dünyaya, "tüketim kültürü sömürgeciliği" adını uygun gördüm bu mantığa. Bu mantıkla birlikte köleliğe artık ihtiyaç kalmıyordu, bu mantığın yürümesi için insanlar tüketimi benimsemeli ve yabancı bir ülkeye mal satabilmek için o ülkeyi işgal etmek gibi dikkat ve tepki çeken davranışlara gerek olmamalıydı. (Irak işgali tamamiyle hammadde ihtiyacına (petrole) dayalı bir durum bence.) Bu mantığa göre tüketime yönlendirilen insanlar (çeşitli pazarlama ve alttan verilen maddeselcilik mesajları ile) sürekli bir tüketim kültürünün içinde yer alacak ve bu kültür içinde kazandığı paraları gene tüketime yatıracaktı. Bu sistem günümüzde bile çok iyi işlemektedir.
Değişim gösteren sadece sömürgecilik mantığı değildi, üretim anlayışında da köklü değişiklikler oldu. Sanayi devriminden sonra "mass production"ın yani seri üretimin her yönden avantajlı olduğuna inanılıyor, talep olmadığı halde mallar elbet bir gün satılır yaklaşımı ile durmadan üretilip devasa depolarda saklanıyordu. İşte o anlayışta bir fabrikanın deposu ne kadar büyük ve doluysa fabrikanın o kadar değerli olduğu görüşü yaygındı. Şimdi ise bir fabrikanın devasa depolarında bekleyen bir çok ürün görmek pek de iyiye işaret olarak algılanmaz. Bu değişimi başlatan Japonya'da ki Toyota fabrikası oldu. Japonya'nın kısıtlı yüzölçümü sebebiyle toprak fiyatları çok yüksek olduğu için fabrikaların ürettikleri ürünleri depolayacak büyük araziler fabrikalar için olduça yüksek maliyetler demekti. Bunu engellemek için yeni bir üretim anlayışı geliştirdiler, bizim üretim bandımız çok hızlı ve seri olmalı, önce malları üretip sonra tüketiciye satmak yerine önce tüketiciden siparişi almalı, küçük serilerle hızlı bir üretim yapmalıyız ve depolamadan göndermeliyiz dediler. Bu mantıklar Just in Time, push-pull ve Lean üretim felsefelerinin oluşmasını sağladı. Toyota'nın kısa zamanda liderliği ile bu felsefeler tüm dünyada kabul gördü ve günümüzde modern fabrikaların temel felsefeleri olarak görülmektedirler.
Son yıllarda değişen bambaşka bir değişim var, bu değişimi sağlayan güç ise Çin. Şu anda dünyanın üretim merkezi haline gelen Çin düşük maliyetleri ile bütün belli başlı üreticileri kendine çekti. Şu anda dünya üzerindeki sistemde firmalar kendi ülkelerinde prototiplerini tasarladıkları, arge çalışmalarını yaptıkları ürünleri Çin'de kurdukları fabrikalarda kendi kalite standartlarında üretiyorlar. Peki bu ne kadar sürer? Çin daha ne kadar süre ucuz işçi gücü sağlayabilir? Bu kadar yüksek bir nüfusa sahip bir ülkenin tüm vatandaşlarının gelir düzeylerinin artması, yaşam standrtlarını arttırması ve bunun sonucu olarak işgücünün pahalılaşması elbette ki çok uzun zaman alacaktır, işte bu sebeple daha çok uzun bir süre Çin'in dünyanın üretim merkezi olacağını düşünmek yanlış olmaz.
Yazının ikinci bölümünde ise yaklaşmakta olan yeni bir sanayi devriminden ve bunun endüstriye, üretim yaklaşımlarına ve insanlar üzerindeki etkilerine değineceğim.
Sanayi devriminden önce el yapımı, basit makinalar ile üretim yapılıyordu, üretim sınırlı ve tabii ki insan gücüne dayalı uzun bir süreçti. Maliyetler çok daha yüksekti. O zamanlarda ucuz işçi gücüne yani kölelere ihtiyaç vardı ve sömürgecilik mantığı genelde köleleştirme ve hammadde üzerine kuruluydu. Sanayileşme devrimi ile daha az insan gücüne ihtiyaç duyuldu, kölelik sadece hizmet sektörü için devam etti ve asıl olarak ham madde sömürgeciliği hız kazandı. Sanayi devrimi ise bambaşka bir sömürgeciliğin önünü açacaktı, tüketim sömürgeciliği... Sanayi devrimi ile yüksek hızda, düşük maliyette ve yüksek kar marjı ile üretilen mallar kısa sürede malların üretildiği sanayileşmiş ülkelerin kendi iç piyasa ihtiyaçlarını karşılayınca para kazanabilmek için bu mallara dış ticaret yolları bulmak şart oldu. İşte bu dönemden sonra tüketim sömürgeciliği başladı. Tüketim sömürgeciliğinde sömürgeci devlet artık işgal ettiği ülkelerdeki insanları köle olarak ülkesinde çalışmaya getirmek yerine onların ülke iktidarını ele geçirip hiç kendi ülkelerine bulaştırmadan çalışmalarını ve kazandıkları paralarla kendi ürünlerini tüketmelerini sağladılar.
Amerika'nın gelişmesi ve dünyada özgürlük ve insan haklarının yaygınlaşması üzerine Amerika sömürgeci bayrağını modern bir yaklaşımla İngiltere'den devraldı ve işgalci sömürgeciliğin yerine daha modern olan yeni bir sömürge sürecini tanıttı dünyaya, "tüketim kültürü sömürgeciliği" adını uygun gördüm bu mantığa. Bu mantıkla birlikte köleliğe artık ihtiyaç kalmıyordu, bu mantığın yürümesi için insanlar tüketimi benimsemeli ve yabancı bir ülkeye mal satabilmek için o ülkeyi işgal etmek gibi dikkat ve tepki çeken davranışlara gerek olmamalıydı. (Irak işgali tamamiyle hammadde ihtiyacına (petrole) dayalı bir durum bence.) Bu mantığa göre tüketime yönlendirilen insanlar (çeşitli pazarlama ve alttan verilen maddeselcilik mesajları ile) sürekli bir tüketim kültürünün içinde yer alacak ve bu kültür içinde kazandığı paraları gene tüketime yatıracaktı. Bu sistem günümüzde bile çok iyi işlemektedir.
Değişim gösteren sadece sömürgecilik mantığı değildi, üretim anlayışında da köklü değişiklikler oldu. Sanayi devriminden sonra "mass production"ın yani seri üretimin her yönden avantajlı olduğuna inanılıyor, talep olmadığı halde mallar elbet bir gün satılır yaklaşımı ile durmadan üretilip devasa depolarda saklanıyordu. İşte o anlayışta bir fabrikanın deposu ne kadar büyük ve doluysa fabrikanın o kadar değerli olduğu görüşü yaygındı. Şimdi ise bir fabrikanın devasa depolarında bekleyen bir çok ürün görmek pek de iyiye işaret olarak algılanmaz. Bu değişimi başlatan Japonya'da ki Toyota fabrikası oldu. Japonya'nın kısıtlı yüzölçümü sebebiyle toprak fiyatları çok yüksek olduğu için fabrikaların ürettikleri ürünleri depolayacak büyük araziler fabrikalar için olduça yüksek maliyetler demekti. Bunu engellemek için yeni bir üretim anlayışı geliştirdiler, bizim üretim bandımız çok hızlı ve seri olmalı, önce malları üretip sonra tüketiciye satmak yerine önce tüketiciden siparişi almalı, küçük serilerle hızlı bir üretim yapmalıyız ve depolamadan göndermeliyiz dediler. Bu mantıklar Just in Time, push-pull ve Lean üretim felsefelerinin oluşmasını sağladı. Toyota'nın kısa zamanda liderliği ile bu felsefeler tüm dünyada kabul gördü ve günümüzde modern fabrikaların temel felsefeleri olarak görülmektedirler.
Son yıllarda değişen bambaşka bir değişim var, bu değişimi sağlayan güç ise Çin. Şu anda dünyanın üretim merkezi haline gelen Çin düşük maliyetleri ile bütün belli başlı üreticileri kendine çekti. Şu anda dünya üzerindeki sistemde firmalar kendi ülkelerinde prototiplerini tasarladıkları, arge çalışmalarını yaptıkları ürünleri Çin'de kurdukları fabrikalarda kendi kalite standartlarında üretiyorlar. Peki bu ne kadar sürer? Çin daha ne kadar süre ucuz işçi gücü sağlayabilir? Bu kadar yüksek bir nüfusa sahip bir ülkenin tüm vatandaşlarının gelir düzeylerinin artması, yaşam standrtlarını arttırması ve bunun sonucu olarak işgücünün pahalılaşması elbette ki çok uzun zaman alacaktır, işte bu sebeple daha çok uzun bir süre Çin'in dünyanın üretim merkezi olacağını düşünmek yanlış olmaz.
Yazının ikinci bölümünde ise yaklaşmakta olan yeni bir sanayi devriminden ve bunun endüstriye, üretim yaklaşımlarına ve insanlar üzerindeki etkilerine değineceğim.
6 Haziran 2007
Pinguar
Türk toplumunda sıkça gözlemlediğim bir şey var, gerçekten beğendiğimiz şeylerden pek etrafımıza bahsetmiyoruz. Bunu biliyorum çünkü ben kendim de bile bunu gözlemliyorum çoğu zaman. Birşeyi beğenmediğimiz zaman hemen eleştiriyoruz ama beğendiğimiz şeylere karşı çoğu zaman sessiz kalıyoruz. Ben de çoğu zaman sessiz kalıyorum halbuki beğendiklerimizin de övgüye ihtiyacı var bence. Bilmiyorum belki bir şeyi açıkca övmek bize ters geliyordur, yediremiyoruzdur belki de kendimize ama sebebi herneyse ben bunu değiştirmek istiyorum.
Pinguar adlı bloğun sahibi Pınar Yanardağ'dan ilk kez Türk Blog Yazarları sayesinde haberim oldu. Kendisi 21 yaşında ve linux - açık kaynaklı yazılımlar üzerinde bir çok proje üzerinde çalışmış ve çeşitli seminerler vermiş. Pınar'ın Kadınlar ve Linux hakkındaki sunumuna sadece linux ile ilgilenenler değil bence kadınların bilişim sektöründe azlığından yakınan tüm erkekler göz atmalı bence. Pınar Linux Kullanıcıları Derneği tarafından 2007 yılında en çalışkan penguen seçilmiş. (penguen linux işletim sistemi resmi logosudur) Bunun dışında sanırım Pınar'ın Web 2.0 olarak adlandırılan her serviste bir üyeliği bulunmakta. Pınar klasik gitar çalıyor, çeviriler ve makaleler yayınlıyor ve boş vakitlerinde fantastik öyküler yazıp manga çiziyor. Son olarak hem günlüğünü hem de internet sayfasını çok beğendim. Hakkında bir çok bilgiye ulaşabiliyor ve tüm çalışmalarını yakından takip edebiliyorsunuz.
Bence Pınar bilişim sektöründe çalışmak isteyen kadınlarımız için çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Kendisiyle hiç tanışmadım ama gerçekten saygı duyuyorum, umarım aynı çizgide azimle devam edersin Pınar.
Pinguar adlı bloğun sahibi Pınar Yanardağ'dan ilk kez Türk Blog Yazarları sayesinde haberim oldu. Kendisi 21 yaşında ve linux - açık kaynaklı yazılımlar üzerinde bir çok proje üzerinde çalışmış ve çeşitli seminerler vermiş. Pınar'ın Kadınlar ve Linux hakkındaki sunumuna sadece linux ile ilgilenenler değil bence kadınların bilişim sektöründe azlığından yakınan tüm erkekler göz atmalı bence. Pınar Linux Kullanıcıları Derneği tarafından 2007 yılında en çalışkan penguen seçilmiş. (penguen linux işletim sistemi resmi logosudur) Bunun dışında sanırım Pınar'ın Web 2.0 olarak adlandırılan her serviste bir üyeliği bulunmakta. Pınar klasik gitar çalıyor, çeviriler ve makaleler yayınlıyor ve boş vakitlerinde fantastik öyküler yazıp manga çiziyor. Son olarak hem günlüğünü hem de internet sayfasını çok beğendim. Hakkında bir çok bilgiye ulaşabiliyor ve tüm çalışmalarını yakından takip edebiliyorsunuz.
Bence Pınar bilişim sektöründe çalışmak isteyen kadınlarımız için çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Kendisiyle hiç tanışmadım ama gerçekten saygı duyuyorum, umarım aynı çizgide azimle devam edersin Pınar.
Bastır Mastır ve boyun yalama
Bu yanda gördüğünüz fotoğraf Taksim metro istasyonunda bir reklam panosunda yer almaktadır. Şimdi sevgili reklamcı arkadaşlar; Türk Dil Kurumu'nda "mastır" diye bir kelime yoktur ne var ki Google'da mastır diye aratırsanız bu kelimenin oldukça yaygın kullanıldığını göreceksiniz. Tamam yabancı sözcükleri türkçemize katma gayretiniz takdire şayan ama zaten master kelimesinin o anlamdaki türkçesi "yüksek lisans" olarak mevcuttur, bu mastır kelimesini okuyan ve düzgün bir ingilizce ve türkçe dil bilgisine sahip insan sizin reklamını yaptığınız programlardan koşarak kaçar. Hayır madem Work&Travel'ı ingilizce yazmayı biliyorsunuz, Master'ı da olduğu gibi yazın. Yabancı özentiliği biraz su yüzüne çıkmış sanki ürettiğiniz "mastır" kelimesinde;
-Abi master'a havalı bir isim lazım, yüksek lisans havasız kaçıyor
-Tamam o zaman okunduğu gibi yazalım mastır olsun
-Vaay çok yaratıcısınız
Bunun dışında geçenlerde arabayla giderken yol üstünde bir fotoğraf stüdyosu vitrini dikkatimi çekti, hani fotoğraf stüdyoları camlarında stüdyolarında çekilmiş yeni evli çiftlerin fotoğraflarını yayınlar ya, işte en yaratıcı yeni evli çift fotoğrafını gördüm orada;
-Abi master'a havalı bir isim lazım, yüksek lisans havasız kaçıyor
-Tamam o zaman okunduğu gibi yazalım mastır olsun
-Vaay çok yaratıcısınız
Bunun dışında geçenlerde arabayla giderken yol üstünde bir fotoğraf stüdyosu vitrini dikkatimi çekti, hani fotoğraf stüdyoları camlarında stüdyolarında çekilmiş yeni evli çiftlerin fotoğraflarını yayınlar ya, işte en yaratıcı yeni evli çift fotoğrafını gördüm orada;
"Damat gelinin boynunu yalıyordu!"Hani tamam zevkler tartışılmaz, fantezi kulvarında böyle bir fotoğraf çektirmek istemiş olabilirsin ama bunu yayınlamalarına izin vermekteki mantık nedir? Arabayla geçerken stüdyonun camında bebek fotoğrafları, yeni evli birbirine sarılmış mutlu çiftlerin fotoğraflarını izlerken bir anda yüzünde şeytani bir gülümseme ile gelinin boynunu yalayan bir damat görmek garip oluyor gerçekten. Olayın şoku ile o vitrinin fotoğrafını çekemedim ne yazık ki...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)