13 Eylül 2007

Üreten tüketici ve enerji ihtiyacı






Slideshare servisini test etmek için iş yerinde yaptığım basit bir sunumu yayınlıyorum. Konu hakkında daha fazla bilgiyi yarım kalan Kişisel prototip üretimi yazımdan bulabilirsiniz.

12 Eylül 2007

Bir arkadaşı kaybetmek


Berkeley'de Coop'ta kalırken çok yakın bir arkadaşım vardı, Coop'a ilk taşındığında elinde koca bavullarla gelmişti onları odasına taşımasına yardım etmiştim. Güney Afrikalı çok nazik bir kızdı, sürekli güler yüzlü ve enerji doluydu. Onun oda arkadaşı Cordy ile üçümüz gerçekten yakındık. Kaldığım evde Amerika'lı olmayan fazla kişi olmadığı için onunla gerçekten iyi anlaşıyorduk. Partilerde genelde birlikte dolaşırdık, odamda ne zaman müziğin sesini açsam hemen gelirdi. Şimdi birlikte fotoğrafımızı arıyorum ama format atarken kaybolan fotoğraflar arasında onlar da vardı sanırım, bir tek bunu bulabildim geride, ben salakça odamda dans ederken arka planda o var, neredeyse hiç belli bile olmuyor gerçi...


Geçen gün facebook'ta dolaşırken "RIP Tumi" adlı grubu gördüm ve inanamadım. Gazetelere de çıkmış sanırım Amerika'da. Tumi tatilde annesinin yanına New York'a gittiğinde erkek arkadaşıyla ayrılmış ve bunu kaldıramayan erkek arkadaşı onu boğazlayarak öldürmüş, daha sonra kendi de bileklerini keserek intihar etmeye çalışmış ama polisler zamanında yakalamışlar. Tumi daha 20 yaşındaydı.

O kadar garip ki geçen sene bu zamanlarda birlikte gülüp konuştuğum o güler yüzlü kız artık yok. İlk defa yaşıtım sayılabilecek bir arkadaşımı kaybediyorum, yaşamın adaleti pek yok ne yazık ki... Huzur içinde yat Tumi...

4 Eylül 2007

Hepimiz sarışın mavi gözlüyüz

Bizim kültürümüzde ne kadar eziklik varmış, ne kadar özentilik varmış bunu televizyon sayesinde öğrendik. Televizyonda izlediğim 10 reklamdan 8'inde oyuncular mavi veya yeşil gözlü, Turkcell reklamlarında sarışın mavi gözlü çocuklar (hepsi ama bir iki değil), türk dizilerinde asıl oğlan/kadın ikilisinden biri mutlaka mavi gözlü vs... Bu reklam ve programları görüp hiç halkın arasına karışmadan büyüseniz sanırsınız ki türklerin çoğunluğu sarışın mavi gözlü.

İspanyolu, italyanı kendi özgün kimliklerini, kara kaşından kara gözünden utanmadan sıcak kanlılığını öne çıkararak kendi stilleriyle reklamlarını tanıtımlarını yaparken bizler sarı saç boyası ve mavi lenslerin arkasına saklanıyoruz sanki.

Doğan görünümlü şahin gibi olalım yeter bize zaten, sarışın mavi modern beyaz avrupalı modeline "şeklen" benzeyelim, teknolojisiydi gelişmişliğiydi önemli değil. Televizyoncularımız kararlı valla, bir gün hepimizi sarışın mavi gözlü yapacaklar.

23 Ağustos 2007

5 saniyelik yaşam molası

Bugün işten erken çıkıp türk blog yazarlarını tanıtmak ve bloglar hakkında konuşmak amacıyla konuk olarak TRT Radyo programına gidiyordum. Haliç köprüsüne yaklaşırken trafik vardı, bir araç kaza yapmıştı sanırım, küçük ticari araçlardan biriydi, tam köprü üzerinde sol şeritte duruyordu araç, önü ezilmiş ve camı çatlamış olarak. Az ilerisinde ise yerde üstü gazete kağıdı örtülü orta yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir adam yatıyordu, gazete kağıtları kanı örtmeye yetmemişti bu sefer.

Daha trafikte ben kaza yerine yaklaşmakta iken karşı yönde gelen trafikte bir araç durmuştu, eli kameralı bir adam koşarak kaza yerine yaklaştı ve kamerasını kurmaya başladı. Ben tam kaza yerinden geçerken çekime başlamıştı. Olay yerinde 3 polis vardı, biri telefon ediyor diğer ikisi ise sadece kaza yerini meraklı bakışlarla izleyen araçlara elleriyle duraksama yapmadan geçin anlamında el işaretleri yapıyorlardı. Pek işe yaradığı söylenemezdi, hiç kimse 5 saniyelik yaşam molasını kaçırmak istemiyordu. Ölümü görmek istiyordu herkes, belki acımak istiyorlardı, belki farklı birşeylere tanık olmak istiyorlardı ve en önemlisi belki de hissetmek istiyorlardı.

Sonra ise trafik olabildiğine açıktı, 5 saniyelik yaşam molasının ardından bütün sürücülerin tek avuntusu E5'in açık yollarıydı.

Eve döndüğümde televizyonda serinlemek için nehire giren bir ayının sopa ve taşlarla dövülerek öldürülüşünü izledim. Yaşam çok garipleşti, sanki öyle bir hale geldi ki bazılarının yaşadığını hissedebilmesi için bazılarının ölmesi gerekiyor.

9 Ağustos 2007

Lab. anıları

Ben ve lab.da ki deney setimiz, ben ona çift biraver ismini koydum. Birlikte güzel ölçümler yaptık, ucuna motorlar-pervaneler takıp döndürüşünü izledim duygulanıp. En verimli çalışma gerilimini, akımını bulduk, saniyede ne kadar hidrojen alması en ideali onu hesapladık. Bunu şöyle düşünün, biri sizin yerinize size en yakışacak kıyafet budur, sen en rahat bunda hareket edersin, senin poponu en güzel bu gösterir diyerek sizin yerinize bu kıyafetleri alıyor. İşte ben de bunun benzeri şeyler hesapladım sırf yakıt pilim için :)

Bu yoklukta bile onu herşeyin en güzeli, en safıyla besledim... (Kola şişesi içinde saf su tutmak tam türk işi ama türklerin plastik kola şişelerine karşı bir zaafı var bence, her iş için onları kullanmak istiyoruz nedense)

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim, deney raporu yazmak sıkıcıdır, hatta öyle sıkıcıdır ki bundan kaçınmak için günlüğüne böyle şeyler yazdırır insana. Herşeye rağmen seni seviyorum çift biraverim, hidrojenin hiç eksin olmasın...

Yeniden "günlük"

Neden yazmaya elim gitmediğini düşündüm bir süre, sonra son yazdıklarıma baktım... Burası bir günlükten öte bir internet sitesine dönüşmeye başladığını farkettim, bilgilendirici yazılar, fikir yazıları, duyurular... Bu günlüğe ilk yazmaya başladığımda çok daha içseldi sanırım, tekrar öyle olmasını istiyorum çünkü bu hali hoşuma gitmiyor. İleride dönüp okuduğumda duyurular, bilgi yazıları görmek istemiyorum kendimi tanımak istiyorum... Günlükler içsel olmalı, anlık duygular olmalı. Sanırım ben blog değil günlük yazmak istiyorum. Bence insanın günlüğünü internette yazması "ben kendimden kaçmıyorum" demenin dünyaya haykırış yolu. Yeniden başlayalım o zaman;

Geçen gün saçlarımı kestirdim çok kısa, ben beğendim, biraz daha sert gösterdi sanırım yüz hatlarımı, ufak bir değişiklikle çok farklı görünebilmem bazen beni bile şaşırtıyor, bu yaşımda bile. Çoğu fotoğrafta farklı farklı çıkarım zaten.

Yeni işimde çalışmaya başladıktan beri dünyaya pek optimistik bakamıyorum, iş yerinde bir sorun olduğundan değil de dünyanın gidişatı münasebetiyle. Çok yakın olan küresel enerji krizi ve buna karşı "yapılmayanlar" midemi bulandırıyor. Nasıl bir his veriyor biliyor musun, sanki herkes bu dünyanın boka gittiğini anlamış ama bana ne ben anca yaşlılığımda görürüm o yüzden günümü yaşayayım, çocuklarım düşünsün diyor. Çocukları bunları diyenlerden daha da fazla tüketim içine batmış durumda. Tüketim sadece maddi olsa gene tutunacak bişeyler olurdu. Tüketim kültürü tam gaz giderken geçen gün bir çok reklamda adı geçen "anı yaşa" sloganının nasıl da tüketim kültürüne uydurduklarını düşündüm... İnanılmaz bir şey, Carpe Diem sözünün vurdumduymaz tüketim kültürünün en büyük sloganı olacağı kimin aklına gelirdi. Anı yaşayalım tabi ya, yarının boka gireceğini garantiledik ne de olsa, yaşasın lale devri. Neden bu kadar pesimist olduğumu belki yazarım detaylı olarak enerji sektörünü inceleyerek.

Televizyonda haber veriyorlardı, NASA'dan alınan son bilgilere göre Türkiye 40 yıl sonra çöl olacakmış. Haber NASA'dan gelince şok, TEMA sen yırtın canım daha, haberin amerikadan gelmezse bir değeri yok. Bence TEMA Vakfı Türkiye'de şubelerini kapatsın amerikada cafcaflı farklı bir adla faliyetine devam etsin, oradan Türkiye'ye uyarılarda bulunsun, vatana çok daha faydalı olur oradan.

Çok zorlanıyorum sabahları işe gitmek için uyanmakta. Hayal kurmayı özlemişim bir de bunu düşündüm geçenlerde. Geçmiş hep daha güzel gelir ya insana, en çok hayal kurduğum günleri düşündüm. Sanırım Orta 2'ye gittiğim yıllardı, muhteşemdi. Kendi kendime yetebiliyordum, ne kadar önemliymiş meğer bu. Bir de orta 1'den sonra arkadaşımla Oxford'da bir dil okuluna gitmiştik, çok güzeldi. O zamanlarda insanları ve dünyayı fazla tanımadığı için insan çok güzel hayaller kurabiliyor, geleceğe çok güzel bakabiliyor. Bir de şunu farkettim eğer geleceğe olumlu bakamıyorsam hiçbirşey yapasım gelmiyor. Bence dünyada çoğu insanda görülen depresyonun en büyük sebebi bu, kendi iç dünyaları falan değil, dünyanın onlara verdiği sinyaller. Ha sonra bu sinyallere uyup madem öyle ben de ona ayak uydururum deyip salak saçma işler yapma yolunu seçiyorlar ve psikolojileri iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor o ayrı.

Bana umut veren şarkılar var bir de, bunları arşivden ayıklayıp bir cd ye kaydetmeli. Günün bazı saatlerinde çok mutlu oluyorum neden bilmiyorum sanırım tüm gün mutluluk hormonlarım bir yerlere sıkışıp o an boşalıyorlar. O anlar arabamda sevdiğim şarkıyı dinlerken ve boş yolda giderken olursa çok şahane oluyor. Bir de en çok gece arabayla tünellerden geçmeyi seviyorum, tünelin içinde sarı bir ışık olacak, penceren açıksa bııızzıııp bııııızıııp bıııızzııııp diye tünelde ilerledikçe yandaki kolonlardan çıkan sesi dinlersin, çok hızlı gitmezsin hatta mümkünse 70 km. en ideal hız, bir de yol boş olacak yan 2 şeritte sana ait olacak ama önünde az ileride bir araba daha olabilir, o araba yalnızlık hissini alıyor o yüzden güzel bir tad katıyor o ana. İnsan hiç bitmesin istiyor o tünel öyle anlarda, bence taksi şöförleri bile mutlu oluyorlar o tünellerden geçerken, hani tüm gün stresli araba kullanıyorlar suratlar beş karış ya, tünele girdiklerinde araba kullanışlarından bile sakinleştikleri belli oluyor bence, onlar da kendilerini özel hissediyor bence orada. Hani normalde küsmüşüz ama o tünelde tüm diğer sürücülerle barışıyormuş gibi oluyor taksi şöförleri. Herkes geleceğe bakıyor tünellerde bence, hem de umutla :)