gözlem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gözlem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Eylül 2012

İçimizdeki Ecce Homo'lar ölmesin!


(Ecce Homo; latince, ingilizce çevirisi "Behold the Man", türkçeye sanırım "İşte bakın insan" olarak çevrilebilir. Pontius Pilate'nin İsa çarmıha gerilmeden önce dövülmüş, dikenli tellerle bağlanmış halini kalabalığa göstererek söylediği bu sözler daha sonra İsa'nın bu halini resmeden her türlü sanat eserine de bu tanımın verilmesine yol açmıştır)

Bugüne kadar kaçımız Elías García Martínez'in adlı İspanyol ressamın adını duymuştu? Peki ya onun İspanya'nın Zaragoza adlı küçük bir şehrin yakınlarında yer alan Sanctuary of Mercy kilisesindeki 19. yüzyılda yapılan Ecce Homo adlı duvar resmini? Pek fazla kişi olduğunu sanmıyorum taa ki bu duvar resmi Cecilia Giménez adlı 81 yaşındaki yerel bir kadın tarafından restore edilmeye çalışılıncaya kadar.




Muhtemelen bu resmi bir çok internet sitesinde veya haberlerde görmüşünüzdür. Her yerde tarihi bir restorasyon başarısızlığı olarak anılan bu duvar resmini restore etmeye çalışan Cecilia Giménez adlı 81 yaşındaki kadın maalesef medyanın yoğun ilgisinden dolayı evinden çıkamıyor, yeme güçlüğü çekiyor ve muhtemelen hayata küsmüş durumda. Şu anda şehir konseyi resmi bozduğu için kadına para cezası vermeyi düşünüyor. Halbuki kadın iyi niyetiyle, amatör ruhuyla, kilisesindeki yıpranmış bir resmi düzeltmeye çalışıyordu.

Bazıları bayan Cecilie'nin orjinal resmi bu kadar tahrip etmesinin ardında kötü bir niyet taşıdığını idda ediyor, dayanakları da şu; "bir insan bir resmi restore ederken ne kadar süre geçmesi gerekir ki batırdığını fark etsin? Hadi gözlerde batırdı, burunda batırdı artık ağzını da batırmaya girişmezsiniz"... Size bir resmi batırmak hakkında bir şey söylemem gerekirse, tıpkı kumar gibidir, bir resim yaparsınız, beğenirsiniz aklınızdan şurasını da şöyle yapsam çok güzel olur diye geçirirsiniz, sonra bakarsınız ki daha kötü olmuştur ama geri dönüş yoktur bir kere, e şurasını biraz değiştirsem şurasını böyle yapsam düzelir belki dediyseniz bir bakmışınız elinizde bir patates surat kalmış, insan yenilgiyi kolay kolay kabullenemez, hatta patates suratı bile beğenir hale gelirsiniz siz yaptığınız için... Bu sebeple ben içten anlıyorum Cecilia hanımın yaşadıklarını ve bence kesinlikle bir kasıt yoktur.



Yukarıdaki ilk resme ve son haline baktığımda ben kesinlikle bu ikisi aynı resim demezdim ama hikayeye bir de başka bir yönden bakmak gerekiyor bence; bugüne dek ben belki yüzlerce İsa'nın dikenlerle çarmıha gerilmesini konu alan resim görmüşümdür müzelerde ve internette. Bu konu artık o kadar çok işlendiği için bir yerden sonra hepsi aynı veya tekdüze geliyordu açıkçası ama düşünün 19. yüzyıl eserlerinin sergilendiği bir müzedesiniz, karşınıza birden bu restore edilmiş resmi görüyorsunuz, hatta bir tek bu olmasın İsa'nın yanında gene "insan-maymun-patates karışımı benzer tarzda şeylerin de resmedildiğini düşünün. Muhtemelen o müzede benim en çok ilgimi çekecek tablo o olurdu. Herkesin tek bir kopya çizdiği gerçekçi resimlerin yanında bu kadar "farklılaşabilmiş" bir tarz beni kesinlikle etkilerdi. Bu resim 19. yüzyılda resmedilmiş olsaydı, muhtemelen ressam idam edilir ve resim yakılırdı ama, diyelim ki günümüze kadar gelebilseydi bu resim, eminim ki çağının en yaratıcı resimlerinden biri olarak anılırdı.

Gene resmin ilk hali ve son haline baktığınızda aslında bu ikisinin iki farklı resim olarak değerlendirilmesi gerekiyor. İlkinde gözler yukarı bakıyor, sanki Tanrı ile konuşuyor "Tanrım kaderimde bu varsa kabulüm" dercesine, ikincisinde ise sanki gözler sağ arkaya kaymış, hani çarmıha gerilecek ama sanki aklı geride kalmış, acaba ütüyü fişte mi unuttum der gibi... Gene ilk resimde ağız yapısı mütevazi, hafif bir tebessüm gösteriyor, Tanrı'sına kavuşacağı için kaderini kabullenmiş bir ifadeyi yansıtırken, son halinde bariz bir dudak bükme, "uff çarmıha mı gerilecem bu da mı olacaktı" ifadesi var.

Anlatmak istediğim burada bayan Cecilia Giménez kesinlikle resmine kendinden duygular katmış, bu açıkça bir restorasyon olmaktan çıkıp bağımsız bir eser haline gelmiştir. Daha önceki ressamların eserlerinden ilham alarak yeni resimler oluşturan bir çok ünlü ressam var aşağıda görebileceğiniz gibi;



Neden bunu da aynı şekilde düşünemiyoruz? Doğruyu söylemek gerekirse bayan Cecilia'nın bu yeni eserinin eski esere oranla çok daha fazla ilgi gördüğü de yadsınamaz bir gerçek. Bence kesinlikle tekrar eski haline dönüştürülmemeli bu eser. Hatta ben bir müze yöneticisi olsam, hazır bu kadar ilgi çekmişken, ilk yapacağım iş ünlü eserlerin profesyonel reprodüksiyonlarını yaptırır, sonra onları kasten yıpranmış hale getirir ve bayan Cecilia'nın kapısında yalvarırdım bunları kendi tarzıyla restore etmesi için.

81 yaşındaki iyi niyetli bir kadını hayata küstürmenin ne manası var? Bırakalım herkes içindeki Ecce Homo'ları özgürce resmetsin, içimizdeki Ecco Homo'lar ölmesin!

5 Eylül 2012

Kral Çıplak

 Kral yeni elbiseleri ile saraydan çıkıp dışarıda tören için toplanan halkın önüne çıkmış tüm edasıyla kırmızı halıda yürüyerek, töreni izlemeye gelen halk kralı çıplak görünce çok şaşırmışlar ama hiçbiri idam riskini göze alıp birşey diyememiş. Sonra kalabalıktan küçük bir kız çocuğu haykırmış;

-"Kral çıplak!"


Size de sanki dışarıda savaş var gibi gelmiyor mu, üstelik tek bir savaşta değil her yönden bir çok savaş;


  • %50'lilerin savaşı
  • Yıllardır Doğu ve Güneydoğu'da süren savaş , medyada terör deniyor ama kimse birbirini kandırmasın orada bildiğimiz bir savaş var 
  • Suriye-Türkiye savaşı, işin komiği bu savaş bizim savaşımız da değil, hani İngilizler Avusturalya'dan, Hindistan'dan taa Çanakkale'ye savaşmak için alakasız insanları topladılar ya, artık modern çağda yol masrafları göze batıyor hazır komşusu Türkiye var o savaşsın diyorlar. 
  • Devlet ile ordunun savaşı
  • Yargının hukukun savaşı
  • İnsan hakları savaşı
  • İmam hatiplerin savaşı
  • Baş örtüsünün savaşı
  • Cemaat ile hükümetin iç savaşı
  • Çocuk doğurtma savaşı
  • Telekulak savaşı, kim kiminle nerede ne zaman ne yapmış
  • Mahalle baskısı savaşı

Bu liste daha uzar gider ve bu savaşlarda kim haklı taraf kim haksız taraf tartışmalarını da boş verelim ama kimse alenen dışarıda bir savaş var diyemiyor, ne devletten, ne medyadan, ne de halktan küçük bir kız çocuğu çıkıp da bu ülkede savaş var diyemiyor. 


Tıpta bir hastalıkla savaşırken önce o hastalığın tanımı konulur, adı konulur, ondan sonra nasıl mücadele edilebilir o tartışılır. Biz ise kötü ve hasta hissediyoruz ama bugünü de sağ çıkardık bir şekilde, yarın ola hayrola deyip geçiriyoruz günleri... 

23 Temmuz 2012

Ölmek var özür dilemek yok!

Bazen şaşırıyorum, acaba bir insan / firma hata yaptığında ceza olarak şeriat kuralları mı geçerli oluyor, elini kolunu mu kesiyorlar hata yapan insanının ya da iş yerinde müdürleri dayak mı atıyor çalışanına Türkiye'mde diye... Başka türlü hatayı bu kadar kabul etmemek, özür dilememek için 40 takla atmaya anlam veremiyorum çünkü...

Geçen gün yeni aldığım telefonda bir arıza çıktı, garanti kapsamında teknik servise götürdüm, cihazı bıraktım, görevli memura sordum

"Faturası da gerekiyor mu?" diye çünkü yanımda getirmişim.
"Yok efendim gerekmiyor, bilgisayar üzerinden görebiliyoruz" dedi
"E iyi ne güzel sistem gelişmiş" dedim içimden

Ofise döndüm akşam üzeri telefon, beyefendi teknik servisten arıyoruz, arızaya bıraktığınız ürün için faturasını da ibraz etmeniz gerekiyor aksi halde işlem yapamıyoruz diye... İşlem yapamıyorsan bende nasıl teknik servis kağıdı var?

Bugün gene gittim,

"Bakın geçen faturayla gelmiştim, bana faturaya gerek olmadığını söylediniz, aradan 3 saat geçti faturayı da getirin" dediniz
"Evet beyefendi bazı işlemler için fatura gerekebiliyor çünkü"
"E madem gerekebiliyor, yanımda getirdiğimde alsanız beni 2 defa yorrmasaydınız daha mantıklı olmaz mıydı?"
"E biz bilemiyoruz hangi arıza için gerekebileceğini"
"Bilmiyorsanız en garantisi en baştan ne olur ne olmaz diye almak değil mi?"
"Tamam şimdi aldık, biz size haber vereceğiz"

Özür yok, bana sadece kusura bakmayın bir hata olmuş sizi iki kere yormak zorunda kaldık dese konu kapanacak ama sanırım özür dileyince ya elini kesiyorlar, ya da dayak atıyorlar iş yerinde. Belki de erkek adam ağlamaz mantığı gibi bir kavram işlemiş kurumsal kanımıza, bizim şirketimiz özür dilemez, altta kalmaz.

 Bir diğer örnek de ünlü yabancı bir kargo firmasının gümrük departmanından, bana gelen ürünlerin yanına ürün tiplerimi yazmam isteniyor, bu sebeple bana gelen faturayı gönderiyorlar e-posta ile, e-postayı açtığımda bakıyorum ki bana bir ay önce gelen ürünleri faturası, mail atıyorum yanlış faturayı göndermişsiniz diye cevap yok.

Bugün arıyorum, karşımdaki temsilci;

"Mert Bey ben size UPS firmasından gelen faturayı yönlendirdim, başka bir fatura yok" diyor sonra da ekliyor "Ne yapalım ürünleri geri mi gönderelim?"

"Bakın siz bana doğru ürünlere ait faturayı göndermediniz, bana attığınız faturada ki ürünler çoktan elime ulaştı, neyi geri göndereceksiniz, lütfen bir daha bakın lütfen"

"Şu anda size gönderdiğim faturayı bulamıyorum Mert Bey"

"Ben size e-posta ile göndermiştim, bu fatura yanlış diye"

"E-postanız bana ulaşmadı Mert Bey"

"O zaman lütfen faturayı tekrar bana gönderebilir misiniz?"

"O zaman ben isterseniz faturayı size tekrar e-posta ile atayım"


"Evet.... lütfen"


Ben de hata yapıyorum, bazen bir e-postaya yanlış ek koyabiliyorum ama hiç bir zaman kontrol etmeden kendimden emin konuşmuyorum. "Kusura bakmayın yanlış ek göndermiş olabilirim, hemen kontrol ediyorum" demek bu kadar zor mu? 


Hata yapmak da özür dilemek de tanrısal şeyler değil, insanlar için hepsi... Dediğim gibi kesin biz Türkler zamanında hata yapıp özür dileyenlerin ya başına kakmışız sürekli hatalarını ya da ellerini kollarını kesmişiz herhalde, öyle bir işlemiş ki özür dilemektense 40 takla 3 parende atarız daha iyi. Ölmek var özür dilemek yok.



Not: Yukarıdaki fotoğrafta ise geçen sene Nisan ayında Sony'nin 3 en üst düzey yöneticisi Playstation Network sisteminde gerçekleşen veri hırsızlığı sonucu özür dilerken görülüyor, hala kolları elleri yerinde, hiç dayak da yemediler.

13 Mayıs 2009

Otokontrol Hissi

Kendime bir hedef koyduğum zaman çoğu kez kafamın içinde bir benlik oluşuyor. Kendine güveni tam, baskıcı değil ama hırslı ve belki de biraz ısrarcı biri olabilir. Hedeflerimi gerçekleştirmem için o kafamın içinde benimle konuşuyor, hatta bana kendi adımla sesleniyor, beni motive ediyor. "Şöyle yapmalısın Mert, ya da dayanmalısın Mert" gibi. Sanırım ortaokuldan beri orada ve gerektiğinde ortaya çıkıyor, aslında ona ihtiyacım olduğunda ben çağırıyorum demek daha doğru.

Tamamen bilinçli yaratılan ve ihtiyaç duyulduğunda aktive edilen bir otokontrol mekanizması. Tahmin ediyorum çoğu insanın zihninde farklı şekillerde vardır ama pek konuşulmuyor sanırım bu konuda. Kimisinin kafasındaki ses ölmüş büyükannesidir, kimisinin babası, kiminin bende olduğu gibi kendi hatta kiminin ki de tanrı veya allah.

Asıl kafamı kurcalayan bu yardımcı olan otokontrol mekanizmasını beynimiz nasıl oluşturuyor, onun karakterini nasıl belirliyor? Acaba o da bizimle birlikte büyüyüp gelişiyor mu yoksa aslında o bir duyguyu mu temsil ediyor? Kendi örneğimde; acaba ortaokuldaki hali ile bugünkü hali bir mi? Nasıl mutluluk duygusunun hissi değişmez, sadece mutlu olduğunuz şeyler değişir, işte kafamızda yarattığımız otokontrol mekanizması da bir bakıma his mi acaba? Belki de çevremizden farkında olmadan aldığımız bir tür enerjidir.

3 Mayıs 2009

Zamanın arasına serpilmiş yapboz parçaları

Yaşam ve ölüm arasında insanların en çok anlamlandırmaya çalıştıkları kavramın aşk olduğunu düşünüyorum. Onu yüzyıllar boyunca öyle yüceltmişler, onu kanıtlamak için o kadar çok çaba göstermişler ki bence bu onu gereğinden fazla şişirmiş ve anlamsızlaştırmış. Hatta çoğu zaman onu ifade eden kelimelere bile taşıyabileceklerinden fazla anlamlar yüklemişler.

Sanırım benim ise onu çoğu insandan daha farklı bir algılayışım var. Çoğu insanın düşündüğünün tersine bence aşk hafiftir, seni hafif hissettirir. Asla yoğun ve ani bir duygu değildr. Zamana yayılmış bir yapboz gibidir aslında, sen zamanla etraftan parçalarını toplayıp onu bir bütün haline getirmeye çalışırsın.

Bugün bir bakış, yarın belki ufak bir gülümseme, başka bir gün ise kimbilir yavaşça saçını düzeltmesi olabilir. Onu oluşturan ufacık anlar vardır, belki de saniyenin binde biri büyüklüğünde ama o anları yaşamak için yıllarca bekleyebilir bir insan. İşte tüm bu anlar bir araya geldiğinde anlamlı bir bütünü, adeta canlı bir organzmayı oluştururlar. Bu yapbozun en güzel yanı ise, eğer doğru anları yakalayabiliyorsan bu yapbozun hiç tamamlanmayacağını bilmemizdir.

Ne var ki bu yapozu çözmeye çalışırken geçen süreçte insan bambaşka bir şeyi daha keşfeder; kendini. Karşınızdaki insanın da senle aynı süreçten geçtiğini anladığımızda ise aslında onun da kendini keşfetmekte olduğunu farkederiz. Bu tıpkı çocukken çevremizdeki çocuklarla birlikte büyümenizi keşfetmemize benzer, aynı keşfetme sürecini paylaşmanın verdiği heyecanı yeniden yaşatır belki de.

Aslında bence onu oluşturan temel madde de sürekli devam eden bu keşfetme sürecidir. İşte bu yüzden bence aşk bir duygu ya da his değil, zamanın arasına serpilmiş yapboz parçalarıdır.

15 Şubat 2009

Rüşvete, yolsuzluğa var mısın yok musun?

Bir hafta önceki yazımda;
Diyelim ki demokrasi değişti, başka bir yönetim biçimi geldi? Buna istediğiniz adı verin, komunizm olsun, monarşi olsun, ne bileyim sosyalizm cart curt. Hangi sistemin paraya karşı bağışıklığı var? Hangi sistemde içindeki bir yöneticiyi parayla satın alamazsınız? Var mı böyle bir sistem? İçinde insan öğesi içeren her sistem paraya bağımlı gözüküyor benim gözümde, bu yüzden başka bir yönetim sisteminin de birşeyleri değiştirebileceğini sanmıyorum.
diye yazmıştım. Bu konu üzerinde biraz daha düşündüm ve şu kanıya vardım, para odaklı bir sistemi değiştirmenin tek yolu gene paradan geçer. Şöyle açıklayayım, diyelim ki rüşvet alıyorsunuz, eğer aldığınız rüşvetin miktarı aldığınız riskin maliyetini karşılamıyorsa o rüşveti almazsınız değil mi? Ya da bir firma belli bir işi içerden halletmesi için bir yöneticiye bir rüşvet verecek ama yönetici halletmeleri istedikleri işin karından daha büyük bir rüşvet isterse şirket rüşvet vermeye hiç yeltenmez bile.

Peki orta gelirli devlet memuru olarak çalışan bir vatandaş düşünelim, bu vatandaşın geliri ayda 2,000 TL olsun, bu memurun rüşvet aldığı kanıtlanırsa işinden olur, belki hapis yatar, bir de para cezası ödeyebilir. Ben bir şirketim ve bu memura 100,000TL rüşvet veriyorum benim işimi görmesi için. 100,000 TL bu memurun yaklaşık 4 yıllık maaşı. Memur yakalanana dek aradan 2 ay geçse elindeki para 104,000, bu suç için 10,000 TL para cezası alsa, 6 ayda hapis yattı diyelim. Rüşvet aldıktan sonra elinde 94,000 TL kalıyor. Bu parayı hapiste kaldığı süre içinde faize yatırsa 97,000 TL olur. İşini kaybetti belki ama 8 ayda 97,000 TL kazandı. Normalde 4 yılda kazanıyordu bu parayı. Bu tabii yakalandığını düşünürsek, ya yakalanmazsa, havadan 100,000TL geliyor. Yani risk analizi yaptığımızda gayet mantıklı çıkıyor rüşvet alması. Hani var mısın yok musun yarışmasında ki risk analizleri gibi. Peki bunu önlemek için devlet ne yapabilir? Cezaları arttırsa hapiste bu adamın bakım masrafı var, maddi cezayı arttırsa adam paraları çoktan başkasına aktarır gene para cezası hapse çevrilir. Maaşını arttırsa maaliyetlerin altından kalkamaz. Başka bir kaynak, bir değer yaratmak zorunda. Öyle bir değer olmalı ki rüşvet teklif edilen memur bu değeri kaybetmeyi göze alamamalı.

İnsanların önem verdiği değerleri düşünelim; bunları belirlerken Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarjisini kullanabiliriz. En altta fiziksel ihtiyaçlar vardır; yemek, içmek, barınak, giyim, seks gibi. Bir üstünde güvenlik ihtiyaçları, sağlık ihtiyaçları, çalışma ihtiyaçları. Şimdilik piramidin burasında kalalım, daha yukarılara çıkmadan devletimiz mevcut imkanlarıyla bunları nasıl karşılayabildiğini inceleyelim. Barınak ihtiyacı için ortak kooperatifler, sağlık ihtiyaçları için yeşil kart ve çalışma imkanları için devlet dairesinde düzenli bir iş. Geriye kalan tüm ihtiyaçların da maaşla temini. Rüşvet alan bir memur lojmandan çıkartılır, yeşil kartı ise devam eder diye biliyorum, devlet dairesinde çalışması engellenir, bundan başka da bir yaptırım yok sanırım. Yani rüşvet alırken aldığınız ek risk olarak sadece lojmandan çıkmak var o da eğer lojmanda yaşıyorsak. Zaten bugün lojmanların hali de ortada.

Şimdi 95,000 TL'ye İstanbul'da olmasa bile küçük bir şehirde iki daire alabilirsiniz. Birinde siz yaşarsınız, birini de kiraya verirsiniz. Bu arada 100,000TL sadece bir şirketten gelen rüşvet, yakalanmazsa çok daha fazla da para kazanabilir. Yani gene risk analizi olarak incelediğimizde hala çok mantıklı rüşvet alması.

Devlet bu bozulmuş sistemi düzeltmek için neler yapıyor? Para ve hapis cezası uyguluyor ama görüldüğü gibi bu cezalar teklif edilen rüşvet rakamları karşısında pek bir tehdit oluşturmuyor. Ayrıca 2006 yılında rüşvet aldığı için tüm Türkiye'de rüşvet suçundan yargılanan toplamda sadece 176 kişi varmış (kaynak). Yani devlet de rüşvetin farkında, devlet de verdikleri maaşlar ile aile geçinmeyeceğinin farkında ve rüşvete göz yumuyor diyebiliriz. Zaten ülkemiz "Benim memurum işini bilir" diyen bir cumhurbaşkanı görmüş bir ülke, gayet doğal karşılamak lazım. Hatta rüşveti "bahşiş" adı altına sokup, ne var bunda diyen bakanlarımız da vardır. (kaynak)

Peki bunların karşısında rüşvet almayan memurun artısı ne? Aferim mi? Madalya mı? Vicdani rahatlık mı? Cennette pencere kenarı güzel bir köşe mi? Devletimiz hala "İyi vatandaş ol, vergini zamanında öde" diyor ama ya artık iyi vatandaş olmak karın doyurmuyorsa? Devletin herkesi ileri ve eşit düzeyde etik değerlerine bağlı vatandaşlar olarak görme rüyası, bu ütopyası ne zaman değişecek acaba? Doğru olanı yapana sadece aferim de, yanlış yapana "cezalandırırım ha" diye korkutma politikasının başarısızlığı çok açıktır. Çünkü devletin herkesi denetleyecek gücü yoktur ve verilen cezalar güncellenmediği için risk alınmaya değerdir. Artık "iyi vatandaşları" ödüllendirmenin vakti çoktan gelip geçmiştir çünkü yakında devletimizin iyi vatandaş olarak gördükleri kişiler parmakla sayılır hale gelecektir.

Peki nasıl bir değer yaratılmalı ki rüşvet aldığında yakalanma riskine değmesin? Öyle bir sistem olmalı ki rüşvet almayanı ödüllendirmeli, almayı düşüneni de caydırmalı? Öyle bir değer olmalı ki maddi değeri rüşvet vermenin değerini aşmalı böylelikle şirketler veya kişiler için rüşvet vermek maddi anlamda cazip olmasın...

Kafamda böyle bir sistem için çeşitli fikirler var ama biraz daha toparlamam lazım bu yüzden bunu bir sonraki yazıya bırakıyorum.

(Fotoğraf kaynakları: Madcow Morning News, Wikipedia)

7 Şubat 2009

Niye ve neye oy veriyoruz?

Kendime neden oy veriyorum diye sorduğumda mantıklı bir cevap bulamıyorum. Dünya güç dengesine dayalı bir sistem ve bu dünya düzeninde güçte paraya dayalı bir sistem. Sorun sadece politikacılarda ya da partilerde de değil, sorun sistemde. Demokrasi aslında paraya dayalı sistemde göz boyamaktan başka bir şey değil, mantık olarak doğru ama işleyiş bakımından işlevsiz bir sistem.

En basitinden ben neye oy veriyorum? Partilerin adaylarının mevcut durumu nasıl geliştireceklerine dair önerileri ve fikirleri olması gerekir değil mi? Ben de bu önerileri, fikirleri kafamda tartarım ve fikirleri aklıma en çok yatan adaya oy veririm. Normalde olması gereken bu değil mi? Yani demokraside oy verme işleminin amacı bu değil mi? Ben şimdiye dek iki kere oy verdim ve ikisinde de ne oy verdiğim ne de vermediğim partilerin planlarını, icraatlarını nasıl gerçekleştireceklerini bilmiyordum, tahmin ediyorum çoğunuz bilmiyordunuz. Şimdi oy vermeyi düşündüğünüz partinin internet sitesine gidin ve bakın bakalım oturduğunuz bölgeyi geliştirmek için nasıl fikirleri var ve bunları nasıl hayata geçirecekler... Bulabildiniz mi? Ben bulamadım. Biz şöyle yapıcaz, böyle yapıcaz diye yazıyorlar ama hangi kaynakları kullanarak, nasıl gerçekleştireceksin ve bunun gibi önemli detaylar hakkında hiçbir açıklama yok, bazılarında o da yok, sadece partinin ne kadar güzel ne kadar iyi olduğunundan bahsediyorlar. Bana ne partinden be? Benim partiye mi oy vermem mantıklı, fikirlere mi? Sanki hepimiz takım tutuyoruz, Galatasaray mı Fenerbahçe mi? Soruyorum kendime
"o zaman neye oy veriyorum ben?"
Hayatım boyunca fen ve mühendislik eğitimi aldım ama şu an ki durumda, işleyişte "oy verme ve demokrasi" kavramlarını hiçbir mantığa uyduramıyorum. En basitinden Amerikan seçimlerine bakalım, 2 parti var sanıyorsunuz ama aslında onlarda çok partili sadece diğerleri susturulmuş, amerikan hükümeti halkına kolaylık olsun diye iki parti sunuyor;
A'mı diyeyim B'mi? mantığı yani
Şimdi bu iki parti de seçimlerden önce seçim kampanyası yürütüyor, tabi bu partilerin seçim kampanyalarının devasa maliyetleri var, eh amerikan firmaları da burada imdada yetişiyor ve diyor ki "kardeşim ben senin partini çok sevdim sana şu kadar milyon dolar bağış yapıyorum". Ekonomik krizde nereden adam atsam da maaliyetleri kıssam diye düşünen bu şirketler çok bonkörce cart diye bu partilere bağışlar yapıyor. Ne kadar düşünceliler, karşılığında da hiçbir şey beklemiyorlar helal olsun. Mesela Obama abimiz şimdiye dek en çok bağış toplayanlardan biri. Sonra seçimi bir taraf kazanıyor ve devleti yönetmeye başlıyor. Ama lütfen yanlış düşünmeyin, bu partiler belli yasaları çıkarırken kesinlikle kendilerine bağış yapan şirketlerin çıkarlarını düşünmüyorlar. Sonra bir sonraki seçim yaklaşıyor, gene paraya ihtiyaç var seçim kampanyası için, Obama abimiz (veya önceki başkanlar) gidiyorlar bu şirketlerden gene bağış istiyorlar.

"Kardeşim ben senin şirketinin çıkarlarını hiç gözetmedim, sana hiçbir faydam olmadı ama demokrasi adına faaliyetlerimi yürütebilmek için senden gene seçim kampanyama bağış yapmanı bekliyorum" diyor.

Şirketler de o kadar iyi niyetli ki...

"Tabii ki Obama kardeşim, ben senin kara gözünü, kara kaşını, kepçe kulaklarını çok sevdim, feda olsun sana milyon dolarlar" deyip bir çırpıda bağışını yapıyor.

İşte Amerika'da özgür demokrasi böyle işliyor. Biz de dışarıdan olayları seyredenler "yaşasın Amerika'da siyahi bir başkan seçildi, değişim rüzgarları esecek, herşey çok güzel olacak" diye alkış tutuyoruz. Ben hep amerikan halkını eleştiriyordum ne kadar duyarsızlar, oy verme oranları ne kadar düşük, neden birşeyleri değiştirmek için oy vermiyorlar diye. Şimdi anlıyorum nedenini, yanlış işleyen bir sistemde oy vermek pek birşey değiştirmiyor çünkü.

Ne var ki Amerika'nın takdir ettiğim bir yanı var en azından partiler aldıkları rüşvetler konusunda şeffaflar, adam diyor ki "kardeşim bak ben bağış adı altında şu kadar rüşvet topladım, cebimde bu kadar para var". Bir bakıma "kıroyum ama para bende" şeklinde bir delikanlılık. Türkiye ve diğer devletler de ise bu işleyiş hala biraz daha utangaç, el altından yapılıyor.

Aslında devletimizin gönlü çok zengin, bedavaya herkese kömür veriyor, bedavaya beyaz eşya dağıtıyor. Ben o kadar ülke gezdim, böyle bir bonkörlük görmedim. Hepsi halkımız için... Yalnız bir tek iş veremiyorlar ama çalışmasanda oy ver yeter diyor devletimiz, e zaten biz de çalışmayı pek sevmeyiz. Otur evinde aç televizyonu kapı çalsın bedavaya kömür gelsin, kapı çalsın bedavaya beyaz eşya gelsin, kapı çalsın bedavaya çekyat gelsin krallar gibi yaşa ohh. Nereden geliyor bu değirmenin suyu diye sorsan "şşşt sihiri bozacaksın, sen anlamazsın" derler, sen oyunu bizim partiye ver yeter.

Benim küçük yeğen 3 yaşına bastı, onunla ne zaman hala bebekmiş gibi konuşsam bana 6 aylık bebek gibi tepki veriyor, ne zaman ciddi insan gibi konuşsam hiç yaşından beklenmiyecek şekilde olgun cevaplar veriyor. Bence halk da böyle sen halkla nasıl konuşursan o da öyle cevap veriyor.
Oyun kime? Kim bana buzdolabı getirdiyse ona. Bu kadar basit. Peki oy vereceğiniz partinin ekonomi politikalarını biliyor musunuz? Yok ben anlamam, kim buzdolabı verdiyse oyum ona.
Oyunu alan memnun oyunu veren bebek memnun. Bebek ağlıyorsa şeker ver sussun ama büyük adamlar ağlayınca şekerle susturamazsın. Bu yüzden bebek gibi konuşmak da fayda var, sen anlamazsın el bebek gül bebek, ben sana bakarım, sen şuraya oyunu ver yeter canım bebeğim, gerisini ben düşünürüm. Bu yüzden partilere sorsanız neden halka yapmak istediğiniz planları, fikirleri açık açık, bilimsel bir dilde, detaylı anlatmıyorsanız diye, size derler ki "halk ekonomi politikalarından anlamaz, halk şundan anlamaz halk bundan anlamaz, halkın anlayacağı dilden konuşmak lazım o yüzden anlatmıyoruz" derler. Halkın anlayacağı dil, yani "el bebek gül bebek dili". Sen bir çocukla yıllar boyunca sadece bebek dilinde iletişim kurarsan o çocuk büyüdüğünde de bildiği tek dil bebek dili olur tabii ki.

Bu yüzden kimse bana dünyada demokrasi var demesin, demokrasiyle yönetilmiyor dünya, parayla yönetiliyor, demokrasi sadece parayı kimin alacağını seçiyordu o da artık işlevini yitirdi çünkü artık parası fazla olan seçimleri kazanıyor. O zaman ben niye oy vereyim ki? Başa kim gelse gene parası olan güçlerin altında ezilip eski çarkı döndürmeye devam edecek.
Artık anlamamız gereken şu, partiler de birer şirkettir. Bildiğiniz kurumsal şirketlerden hiçbir farkları yoktur. Partiler de kar etmek için kurulur ve devlete, halka hizmet etmek gibi naif ve saf düşünceleri yoktur. Görüşleri ne olursa olsun, ilk kuruluşlarındaki amaç saf olsa bile iktidara geldiklerinde şirketleşiceklerdir çünkü şu anki kurulu düzende mantıklı olan budur.
Diyelim ki demokrasi değişti, başka bir yönetim biçimi geldi? Buna istediğiniz adı verin, komunizm olsun, monarşi olsun, ne bileyim sosyalizm cart curt. Hangi sistemin paraya karşı bağışıklığı var? Hangi sistemde içindeki bir yöneticiyi parayla satın alamazsınız? Var mı böyle bir sistem? İçinde insan öğesi içeren her sistem paraya bağımlı gözüküyor benim gözümde, bu yüzden başka bir yönetim sisteminin de birşeyleri değiştirebileceğini sanmıyorum.
İnanın şu anki sistemde hangi partinin başa geçeceği kurayla belli olsa çok çok daha demokratik bir yönetim olur bence. En azından para faktörünü engeller bir ölçüde.
Peki bu işleyişin çarpık olduğunu farkeden bir tek ben miyim? Başka kimse düşünmüyor mu, görmüyor mu bunları... Görüyor da herkesin şu an ki sistemde bir çıkarı olduğu için görmezden geliyor ya da bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyor ya da belki çoğumuz görmemize rağmen bunu değiştirebilmek için yapabileceğimiz birşey olmadığına inanıyoruz. Aslında kral uzun zamandır çıplak ve hatta çıplak haliyle bizleri şapur şupur öpüyor, öpülenler ise çok yaşa kralımız diye bağırıyor televizyonlarda, meydanlarda.

Ben gene de umutsuz değilim, delikanlı bir politikacı bekliyorum, diyecek ki;
- Bana oy veren herkese bir kere vericem.
- Ne vericen?
- Daha önce hiçbir politikacının vermediğini (?)
- Tamam da ne vericen?
- Orası süpriz, seçimleri kazandıktan sonra söylerim

İşte o zaman o politikacıya oy veririm, o süprizi öğrenmeye değer... O zamana dek seçimlerden uzak durmak mantığıma en çok yatan seçenek.

14 Ekim 2008

Askerlik Anıları

Acemilik birliğinde eğitim alırken bizimle aynı binada kalan teğmenlerle muhabbet ediyorduk, biz onlara kışla hayatı nasıl, nelerle karşılaşabiliriz diye sorarken onlar da sivil hayat nasıl siz ondan bahsedin diye soruyorlardı. O an garipsemiştim, "sivil hayat bildiğin hayat işte, onlar sanki başka bir dünyada yaşıyorlar, soruya bak" diye geçirmiştim aklımdan. Askeri hayatı gördükten sonra insan gerçekten sivil hayatı unutuyor, bambaşka bir dünya. En son ne zaman gazete okudum, ne zaman televizyonda haberleri seyrettim doğru düzgün hatırlamıyorum. Şu an dünyada bir ekonomik krizin geldiğini biliyorum en son.

Orduya asker olarak gelmekle, rütbeli olarak gelmek arasında büyük bir fark var. Askerler için askerlik bir deneyim, gün saydıkları vatani görevleri sadece. Eğer asteğmen iseniz bunun sizin mesleğiniz olması isteniyor. Tamam belki siz de gün sayıyorsunuz ama bitirmeniz gereken işler, verilen görevleri zamanında tamamlama sorumluluğu çoğu zaman sizi zihnen askerin düşünüş şeklinden uzak tutuyor. Bir de askerler çoğu zaman askerliği bir deneyim olarak gördükleri için "askerlik şöyle zor, böyle zor" ya da "ooo çok rahat askerlik yaptım, hep yattım" gibi anlatırlar askerliklerini. Rütbeliysen ise ortada bambaşka bir tablo var. Hiç kimse bana askere gelmeden önce;
 "bak kışlalar neredeyse bir kasaba dolusu erkeğin birlikte yaşadığı bir komün hayatıdır" 
demedi, bu yönden bakılmıyor hiç. Askerlik sadece tüfeklerle yürüyüp yaylalar demek, spor yapmak değil; aslında gerçek bir şehrin küçük bir kopyası... İnanın bu küçük şehri çevirmekten çoğu rütbelinin başını kaşıyacak hali kalmıyor. En azından bizim tugayda böyle. Hangi arada askerlere eğitim verip denetime hazırlayacak, hangi zamanda kağıt işleriyle boğuşacak, hangi zamanda askerlerin ihtiyaçları ile ilgilenecek, hangi zamanda bölüğünü, kışlasını güzelleştirecek belli değil. Bir de rütbeliyi asıl yoran şey şu:
Sizin bu minyatür şehrinizden her yıl binlerce turist geçiyor!
Askerlere turist diyorum çünkü hiçbiri kaldıkları kışlayı evleri gibi benimsemez, bahsettiğim gibi burası onlar için 15 veya 6 ay kamp yapacakları bir yerdir, gün sayarlar. Bir örnekle anlatayım, kendi evinizde ki banyoyu temiz tutmak kolaydır, bir de her gün binlerce kişinin girip çıktığı Taksim Meydanı'nın ortasındaki bir tuvaleti kendi evinizde ki kadar temiz tutmaya çalışın...

Askeri kışlalarda sürekli bir devir daim vardır ve bu devir daim bazen o kadar yıkıcı olabiliyor ki, bir gün inşa ettiğiniz birşey bir yıl sonra orada aynı şekilde durabileceğini söylemek çok zor. Yeni bir duvar yaptınız diyelim, ertesi sabah bir geliyorsunuz dün akşam orada nöbet tutan askerlerden biri anında duvara şafak atmış. (şafak atmak: askerliğinin bitmesine kaç gün kaldığını yazmak) Peki bu nöbetçi bilmiyor mu o gece orada nöbet tutan askerler arasında şafağı 156 olanın bir tek o olduğunu? Sabah olduğunda onu çok rahat tespit edip cezalandıracağımızı? Bir başkası da yazmış "dün şafak diyordu 285 bugün diyor 284, bu askerlik bitmez". Hani rakam azalmasa, sabit kalsa ben de bitmez diyeceğim ama...

Bir de dalga geçerler ya, askerlikte kapının üzerine bile kapı diye yazı asarlar, inanın gerekli... Ben kaç kere kilitli dolabı zorlayıp komutanım kapı kilitli çıkamıyoruz diyen askere yön gösterdim, sonunda olan dolabın kilidine oluyor. Ya da kaç kere kendi cebimden klozet kapağı satın aldım bilmiyorum, alafranga tuvalet kesinlikle gereksiz bir lüks askeriye için, çünkü eninde sonunda o tuvalete giren asker alafranga tuvalete alaturka muamelesi yapıp üstüne çömüyor botlarıyla, sonra da kapak kırılıyor tabi...Peki diyelim bu adamlara kışlanın tüm kurallarını, ferdi eğitimlerini öğrettiniz, iyi güzel sonra ne oluyor? Bir ay sonra adam terhis oluyor, yerine hiçbir şey bilmeyen yeni biri geliyor, herşey sil baştan. Kalıcı bir düzen kurmak o kadar zor ki.

Askeri kamuflajın bir de yan etkisi var sanırım, onu giyen adam resmen aptallaşıyor bir süre. Ben kendimden biliyorum, acemilikte öyle bir korku verilmiş ki bölük komutanı bana ne sorsa ben emredersiniz komutanım diyordum kıtada ki ilk ayımda. Dün geldi bir asker bana astsubayın birini soruyor, açık arazideyiz, "bak şuradaki ağaçların orada" dedim 200 m. ötedeki ağaçları işaret ederek, astsubay da orada net olarak görünüyor. Komutanım nasıl gideyim diye soruyor. Ben sabırlıyım; yürüyerek gidiyorsun dedim sakince. Yok komutanım nerden gideyim onu sordum dedi... Arazideyiz, bildiğimiz çayır ortalık yani ortada bir engel falan da yok, düz yardırıp gidicen işte. Adam herşeyi emirle yapmaya o kadar alışmış ki... Benim de sabrım bir yere kadar;
Uygun adımda 97 adım git sonra sağa çark et 33 adım git sonra geriye dön 33 adım daha git sonra sağa dön 81 adım git, orada astsubayını bulacaksın.
Çocuk aynen anlattığım şekilde gidiyor, ilerden de astsubay gülerek bana işaret yapıyor "ne yapıyor bu" diyerek.

Aslında askeri kışlalara bakıldığında yapılabilecek o kadar çok otomasyon, işleri kolaylaştırabilecek sistemler var ki... Tabii hepsi için de bütçe gerekli. Neyse sonuç olarak askerliği rütbeli olarak yapmak sınırlı olanaklarla sorun çözebilme yetisi kazandırıyor, bir de sabrı öğretiyor insana.

5 Eylül 2008

Genetik Endüstrisi ve Robot Teknolojileri

Bir yanda en insansı robotu üretmeye çalışan bilim insanları, diğer yanda ise genleriyle oynanmış "akıllı" organizmalar.

Her ikisinin de hedefi bir, insanlığa daha iyi hizmet edebilmek.

Bir yanda dakik birebir itaat eden makinalar, diğer yanda ise hareketleri makinalar kadar kesin olmayan, henüz hayatımıza dahil olmamış organik yapılar.

Robot sektöründeki yüksek maaliyetlere karşılık organik akıllı organizmalar çok daha ucuz ve hızlı üretilebilmeleri...

Gelecekte bence her ikisi de hayatımızda olmaya devam edecek, genleriyle oynanmış akıllı organizmalar çok daha fazla hayatımızda yer alırken robotsu mekanizmalar daha çok ağır işler de kullanılabilir.

Böylelikle hayatımıza yeni sosyal sınıflar katılabilir; işçi kısımında mekanik robotlor, hizmet sektöründe ise akıllı organizmalar. İnsanların çoğunluğunu ise daha az iş imkanları bekleyecek.

26 Haziran 2008

Komutanlık

Bazen liderlik kavramını düşünürüm, neden bir lidere ihtiyaç duyar insanlar diye. Demokrasi bir bakıma toplu iradeyi simgelese de gene demokraside bile genel bir "başkana" ihtiyaç duyuluyor kararları verebilecek.

Askerlik tabii ki liderlik (komutanlık) kavramının en uçlarda yaşandığı bir ortam, burada yaptığım gözlemlere göre;
Komutan (lider) altındaki insanlara hükmeden değil, altındakilere bilgi ve güven kazandırarak onların kendi kendilerinin komutanı olmasını sağlayan olmalıdır.
Böylelikle belki bir gün liderlik kavramından kurtulup yol gösterici kavramına kavuşabiliriz.

1 Kasım 2007

Güç dengeleri ve para kazanmacılık

Bu dünya düzeni hakkında beni en çok rahatsız eden şey dünyanın kurallarla değil de güç dengeleri tarafından yönetilmesi sanırım. En güçlü olan kuralları beğenmediği zaman hemen değiştirip kılıfına da uydurabiliyor (hatta kimi zaman uydurmuyor bile) Bir yandan da kuralların güncelliğini koruması gerek, kurallar değiştiğinde bunu acaba kendini daha da güçlendirmek için mi yaptı yoksa gerçekten zamana yetişmek için mi güncelledi bunları anlamaya kafa yoruyor insan. Kafa yorunca da pek birşey değiştiği yok ya, beyin jimnastiği işte.

Güç dengeleri de en çok politikada belli oluyor, politika yapanları izleyince nedense aklıma hep küçük çocukken ablamla olan didişmelerimiz geliyor. Hani küçükken bir taraf diğerine üstünlük kurmaya kalkar ama bunu o kadar çok belli eder ki komik olur artık, onları izleyen ebeveynleri güler. Politikada ki ilişkiler de böyle görünüyor bana, TV'den birbirlerine soktukları lafları, tehditleri falan izlerken bir ebeveynin haşarı ve şımarık çocuklarının hareketlerini izliyor hissine kapılıyorum.

Güç dengelerinin beni rahatsız etmesinin asıl sebebi farklı aslında. İstedikleri kadar birbirlerini yesinler beni ilgilendirmez, güç sahibi olmak gibi bir uğraşım da yok ama asıl sorun insanların güç sahibi olmak için gelişimi baltalamaları. Bilimsel doğrular ile güç dengeleri çoğu zaman paralel gitmiyor. Güç kazanmak isteyen hızlı para ve güç kazanma derdinde, bilimle uğraşanlar doğruyu bulma, birşeyler öğrenme, gelişim derdinde. Nadiren yollar kesişiyor yani. Güç sahibi olanlar zaten gelişimi, değişimi pek sevmezler. Adam kurulu düzenini kurmuştur, birşeylerin değişmesi onun zararına olur çünkü bir çok bilinmezlik getirir, yeni girişimler gerektirir, bu da muhtemel bir güç kaybına sebep olabilir. Bu sebeple politik arenada değişiklikler kolay kolay olmaz, değişik/yeni yüzler pek çıkmaz.

İş dünyası ise yeniliklere daha açıktır ama onlar da bunu daha fazla güç kazanmak için fırsat olarak gördüklerinden. Amaç gelişim değil yeni pazarı en önce kapmaktır yine. Yeni pazarı kapınca da elinden geldiğince tekel olmaya çalışılır gücü ve lobisi yettiğince.

Artık meslek ayrımı ortadan kalkıyor sanırım, tek bir meslekte birleşiyor hepsi, "para kazanma mesleği". Böyle bir meslek var ve dünyada ki en büyük meslek grubu şu anda.
- Ne iş yaparsın, mesleğin nedir?
- Mesleğim para kazanmak
- Peki kazandığın paralarla ne yaparsın?
- Daha çok para kazanmak için kullanırım, para parayı çeker
- Peki ya gelişim?
- Para kazandırdığı sürece desteklerim
- Peki ya ideallerin, daha iyi bir gelecek beklentisi?
- İdealim daha çok para kazanmak, daha fazla güç. Bu bana iyi bir gelecek verir.
Mesleğini en iyi yapan daha çok para kazanmıyor artık, mesleği para kazanmacılık olan daha çok para kazanıyor, meslek olarak ne okuduğunuzun, ne yaptığınızın pek önemi kalmıyor.

Sanırım en kuralsız meslek de bu "para kazanmacılık". Her yol mübah. Gelişim mi? Para kazandırdığı sürece gelişim, gerisi hikaye... Geleceğin popüler meslekleri gibi salak saçma haberler yapar ya bazen gazeteler, günümüzün ve geleceğin en popüler mesleğini ben açıklıyorum; para kazanmacılık. Üniversitelerde böyle bir bölüm açılsa talep patlması olur bence ama devlet üniversitelerimiz devlet kurumu olduklarından utanıyorlar sanırım ama özel üniversitelerimizden böyle bir atak bekliyorum ben. Onlar için hayrına tanıtım broşürlerinde kullanabilecekleri bir metin bile hazırladım, istedikleri gibi değiştirip kullanabilirler.
ÖSS'de en yüksek puanı alıp para kazanmacılık bölümünü bitiren öğrencilerimiz öğrenim süresince üniversitemize akıttıkları onbin dolarları öğretimleri sonunda ona katladılar, hayatlarını garanti altına aldılar. Siz de elit üniversitemizde yerinizi alın, para kazanmanın inceliklerini öğrenin, paranın efendisi olun.

15 Ekim 2007

Biraz ısınalım fena mı?

Bir kaç gündür yağan yağmur geçici olarak İstanbul'un su sıkıntısını hafifletecek belki ama dikkatinizi çekti mi, yağdı mı da tam yağıyor, her yeri sel basıyor... Neden acaba?

Türk mantığıyla yaklaşırsak şöyle bir cümle gelir aklımıza,

-E biriktirdi biriktirdi birden patladı tabi gökyüzü...


Biz hala ilkel bir biçimde gökyüzünü ve çevremizi "sinirlenip sinirlenip bir anda sinirini boşaltan insan" gibi düşünsek de, bilimsel gerçekler pek öyle değil.

Bu grafikte 1900'lü yıllardan beri her yıl rapor edilen felaketlerin (ani sıcaklık değişimleri, seller, açlık, fırtınalar vs.) sayısı gösteriliyor, kırmızı olan ise depremlerin sıklığı. Grafikten görüleceği üzere 1960'lardan sonra çok büyük bir ivme kazanmış bu felaketler.

(Kaynak:Pascal Peduzzi (2004) "Is climate change increasing the frequency of hazardous events?" Environment Times, www.environmenttimes.net (c) United Nations Environment Programme / GRID-Arendal)

Diyelim ki 1960lardan sonra daha fazla bilgi paylaşımı oldu, nüfus daha fazla arttı ve bu grafiğin sebebi bu diyelim, o halde 1980'lerden sonrasını gösteren ve depremler ile iklimsel felaketler olan kasırga ve sel baskınlarının sayısını karşılaştıran küçük grafiğin açıklaması ne olabilir? Geçenlerde Samsun'da yaşanan sel felaketini hatırlıyor musunuz? Hani yetkililerin 100 yılda bir karşılaşılan bir yağmurla karşılaştık dedikleri felaket.

Tüm dünyada gözlemlenen kasırgaların şiddeti gün geçtikçe daha da artıyor. Tüm bunların sebebi gökyüzünün kızgınlığı, gökyüzünün dolup birden sinirini boşaltan bir insana benzemesi ya da Allah'ın gazabı değil. Bunların sebebinin bir adı var, bilimsel bir adı; "KÜRESEL ISINMA".

Kimileri bunun dünyada sürekli tekrar eden bir süreç olduğunu savunuyor, her 100bin yılda gerçekleşen bir süreç olduğunu savunuyorlar.


Grafikten görüldüğü gibi dünya varoluşundan bu yana hiç bu kadar yüksek CO2 değerleri ile karşılaşmamıştı. Evet süregelen bir düzen olabilir ama biz insanlar olarak belki de bu düzeni bir daha hiç eski seyrine dönmeyecek şekilde sarsmış olabiliriz.

Ben küresel ısınmanın durdurulabileceğinden şüpheliyim artık, doğa bir dizi zincirleme reaksiyondan oluşur. Şu anda bütün devletler birlik olup karşılarına çıkan tüm lobilere ve ekonomik zorluklara rağmen küresel ısınma için çarpışsa belki derdim ama kendimi aptal yerine koymak istemem. Milyar dolarlık benzin şirketleri milyarlarca yatırımla petrol kuyuları açmışsa adamlar bu kuyular bitip paralarına para katana dek durmazlar. Küresel ısınmanın sorunu ne devletlerle ne de bilinçlenmeyle alakalı. İnsanların kafasında ki mantaliteyle alakalı.

Sürdürülebilirlik... Bu kavram aldığımız her kararı etkilemedikçe birşeylerin değişeceği yok bu dünyada.

Adamların milyar dolarlık petrol şirketleri var sen adama diyorsun ki;

-Bak kardeşim senin yaptığın iş yüzünden çok fazla CO2 salınımı oluyor, bak Küresel Isınma denen bir olay var, yaşadığın yer bir 30 yıl sonra yaşanılmaz hale gelebilir. Sen yatırımlarını çöpe at, durdur bu işi.

Şimdi adam zaten en az 50 yaşındadır, 30 yıl sonra dünyada devasa felaketler olmuş ona ne? Bu yaşadığım yer küresel ısınmadan dolayı batsa bile çılgın gibi para kazanıyorum petrol işinden gider küresel ısınmadan çok etkilenmemiş bir yerde en kral evi alır orada ömrümün son günlerini yaşarım demez mi? Adamın umurunda değil ki sürdürülebilirlik, hem neden olsun ki, adam muhtemelen karısından da boşanmıştır, çocuklarına düzenli para gönderiyordur. Hani çocuklarıma daha iyi bir gelecek endişesi de yok, eh neden umurunda olsun ki dünya?

Şimdi bu adam altın yumurtlayan tavuğunu, yıllardır çalıştığı işini küresel ısınma uğruna bırakır mı? Bu adam altın yumurtlayan tavuğunu kaybetmemek için devlete her türlü lobiyi yapmaz mı? Her türlü rüşvet dönmez mi?

O zaman kandırmayalım kendimizi, küresel ısınma tüm gücüyle gerçekleşecek.

Sürdürülebilirlik kavramı hayatımıza girmedikçe de bu senaryo milyar yıl sonra gene tekrar edecek. (Dünyanın ömrü yeterse) Sürdürülebilirlikte hayatta devletlerin yapacağı ya da şirketlerin yapacağı bir iş değil, bu konu 60'lı yıllardan beri tartışılıyor daha bir Kyoto anlaşması bile tüm dünyada kabul görmedi. O kadar politika, çıkar ilişkilerine bulaşmış ki bu işler, işin içinden hiçbir devlet çıkamaz. Amerika hala petrol için savaşa giriyorsa, kimse gıkını çıkartamıyorsa gittiğimiz yol bellidir. Bu düzen ancak halktan gelecek bir hareketle düzelebilir. Herkes tükettiği kadar enerjiyi kendi imkanlarıyla yenilenebilir kaynaklardan üretebilirse enerji ekonomisi denen şey sekteye uğrar ancak o zaman bişeyler değişebilir. Kimse anlaşmalardan, devletlerden bir hareket ummasın.

Not: Yazı çok karamsar olduğu için özür dilerim ama 2+2=4

Bu yazı Blog Action Day kapsamında yazılmıştır.
Bloggers Unite - Blog Action Day

14 Ekim 2007

Balıklar

Benim bir vizyonum vardı küçükken, nasıl yaşamak istediğime dair, neler yapmak istediğime dair, nasıl mutlu olacağıma dair... O vizyon hala var belki anılarımda ama umudumdan ve aynı motivasyondan kuşkuluyum.

Denizde ki balıklar gibiyiz sanki, bir akıntıyla sürüklenen, debelenen, 3-4 saniyelik hafızayla yaşayan ve tek amacı kendinden küçük balıkları yiyerek büyümeye çalışan. Ben de kendimi bu gruptan ayıramam, çok uzun süre aynı denizde yüzdüm.

Modern insanın hayatında sahip olduklarına bir bakın, oturduğunuz evde hayatım boyunca burada oturacağım diyebiliyor musunuz? Hayatımız boyunca aynı arabayı kullanacağım diyebilir miyiz? Peki ya kullandığımız bilgisayarlar? Giysilerimiz? Cep telefonlarımız? Tek bir soru...

Sürdürülebilirlik hayatımızın neresinde?

İnsan ilişkilerinde de durum pek farklı değil, hatta öyle ki çevremizde sürekli aynı insanların olmasına bile katlanamıyoruz. Hepimiz hayatımızda doğru insanı arıyoruz ama onu bulduğumuzda nasıl tanıyacağımızı, ona nasıl davranacağımızı pek düşünmüyoruz. Sürdürülebilirlik emek gerektirir oysa balıklar olarak neler için emek göstermemiz gerektiğini hatırlıyor muyuz? Çok uzun süre balık olarak kaldık, tekrar insanlaşabilir miyiz acaba?

Şimdi Daft Punk'dan Something About Us dinliyorum, belki bana bişeyler hatırlatır. Umarım.

5 Ekim 2007

3G adamı olmaktan korkmak



İleride Turkcell 3G adamına dönüşmekten korkuyorum, takside bile iş düşünmekten, karım bebeğimizin cinsiyetini öğrenmek için doktora gittiğinde onun yanında olamayıp küçücük ekranlara duygular sığdırmaya çalışmaktan, yan komşumu cep telefonuma ismi yerine "yan komşum" diye kaydetmekten, kendi evimi gözetlemek zorunda kalmaktan ve sürekli bunun tedirginliğini yaşamaktan, hayatımın çoğu saatini bilgisayar başında geçiren biri olarak şimdi de o bilgisayar ekranını ufak bir cep telefonu ekranına sığdırmaktan korkuyorum...

1 Ekim 2007

Hüzünü seçmek

Amerika'dayken Amerikalı bir arkadaşım şöyle bir genelleme yapmıştı;

- Tanıdığım çoğu Türk'ün yüzünde, gözlerinde bir hüzün var sanki

Geçen gün düşündüm, Türk Sanat Müziği, Türk içkisi Rakı ve melankoli ile olan bağı, Türk edebiyatı, Türk şiirleri, Türk dansları, Türk resimleri...

Gerçekten de "neşeli" diyebileceğim örnekler çok azdı. Peki bunun sebebi ne olabilir?

Şahsen ben de Amerikan kültüründeki abartı ve pek samimi olmayan neşe/hareketlilik eylemlerinden pek haz etmem ve öyle davranamam. (Misal bir partiye girerken eller havaya "whoooahoo" şeklinde tezahürat ile girmek, misal doristos where's the party reklamı vb. birçok bana yapay gelen örnekler... Böyle insanlar var gerçekten yani TV'ler pek abartmıyor olayı)

Bu acaba müslümanlık ile ilgili birşey olabilir mi diye düşündüm. Pek fazla bilgim yok ama türklerin müslümanlığı seçmeden önce de çok neşe saçan bir ırk olduğunu hayal edemedim ama dediğim gibi bu konuda pek tarih bilgim yok.

Bir başka sebep tarih boyunca hep savaşlar görmüş olmamız, zor süreçlerden geçmemiz olabilir mi diye düşündüm ama bazen Afrika kabilelerinin danslarını izliyorum TV'de, onların hareketleri bile daha bir coşkulu/neşeli sanki ve onlar belki de bizimkilerden çok daha büyük dramalar yaşadılar/yaşıyorlar hayatlarında.

Aklıma bir tek coğrafi konum faktörü geliyor, yakın coğrafyamızda ki milletlerde de hüzünün örneklerini görmek mümkün, balkanlar olsun, Yunanistan olsun ya da doğu ve güneyimizde ki diğer komşularımız da olabilir. Sonra düşündüm, coğrafi olarak insanların psikolojisi üzerinde en fazla etkin olan rol güneşin rolü. Güneşi fazla göremeyen ülkelerde sanırım isanlar biraz daha depresif olabiliyor, çok fazla gören ülkeler de ise miskinlik ve bir yorgunluk görülebiliyor. Fakat ne var ki bir Brezilya örneğini düşündüğümüzde oldukça neşeli ve hareketli tavırları dikkat çekiyor, başta belirttiğim Afrika kabileleri de buna bir örnek olabilir mesela. Demek ki güneşin de etkisi değil bizi hüzüne yönlendiren.

Nedir acaba bizi melankoliye, hüzüne yönlendiren... Bilinçli bir tercih mi yoksa çeşitli yönlendirmeler sonucu doğal bir seçim mi kültürümüze bu kadar derinden işleyen hüzün?

4 Eylül 2007

Hepimiz sarışın mavi gözlüyüz

Bizim kültürümüzde ne kadar eziklik varmış, ne kadar özentilik varmış bunu televizyon sayesinde öğrendik. Televizyonda izlediğim 10 reklamdan 8'inde oyuncular mavi veya yeşil gözlü, Turkcell reklamlarında sarışın mavi gözlü çocuklar (hepsi ama bir iki değil), türk dizilerinde asıl oğlan/kadın ikilisinden biri mutlaka mavi gözlü vs... Bu reklam ve programları görüp hiç halkın arasına karışmadan büyüseniz sanırsınız ki türklerin çoğunluğu sarışın mavi gözlü.

İspanyolu, italyanı kendi özgün kimliklerini, kara kaşından kara gözünden utanmadan sıcak kanlılığını öne çıkararak kendi stilleriyle reklamlarını tanıtımlarını yaparken bizler sarı saç boyası ve mavi lenslerin arkasına saklanıyoruz sanki.

Doğan görünümlü şahin gibi olalım yeter bize zaten, sarışın mavi modern beyaz avrupalı modeline "şeklen" benzeyelim, teknolojisiydi gelişmişliğiydi önemli değil. Televizyoncularımız kararlı valla, bir gün hepimizi sarışın mavi gözlü yapacaklar.

12 Haziran 2007

Kişisel prototip üretimi - Bölüm 1

Öncelikle ilk bölümde sanayileşme devriminden beri süregelen sömürgecilik ve üretim furyalarını bildiğim / gözlemlediğim kadarıyla özetlemek istiyorum;

Sanayi devriminden önce el yapımı, basit makinalar ile üretim yapılıyordu, üretim sınırlı ve tabii ki insan gücüne dayalı uzun bir süreçti. Maliyetler çok daha yüksekti. O zamanlarda ucuz işçi gücüne yani kölelere ihtiyaç vardı ve sömürgecilik mantığı genelde köleleştirme ve hammadde üzerine kuruluydu. Sanayileşme devrimi ile daha az insan gücüne ihtiyaç duyuldu, kölelik sadece hizmet sektörü için devam etti ve asıl olarak ham madde sömürgeciliği hız kazandı. Sanayi devrimi ise bambaşka bir sömürgeciliğin önünü açacaktı, tüketim sömürgeciliği... Sanayi devrimi ile yüksek hızda, düşük maliyette ve yüksek kar marjı ile üretilen mallar kısa sürede malların üretildiği sanayileşmiş ülkelerin kendi iç piyasa ihtiyaçlarını karşılayınca para kazanabilmek için bu mallara dış ticaret yolları bulmak şart oldu. İşte bu dönemden sonra tüketim sömürgeciliği başladı. Tüketim sömürgeciliğinde sömürgeci devlet artık işgal ettiği ülkelerdeki insanları köle olarak ülkesinde çalışmaya getirmek yerine onların ülke iktidarını ele geçirip hiç kendi ülkelerine bulaştırmadan çalışmalarını ve kazandıkları paralarla kendi ürünlerini tüketmelerini sağladılar.

Amerika'nın gelişmesi ve dünyada özgürlük ve insan haklarının yaygınlaşması üzerine Amerika sömürgeci bayrağını modern bir yaklaşımla İngiltere'den devraldı ve işgalci sömürgeciliğin yerine daha modern olan yeni bir sömürge sürecini tanıttı dünyaya, "tüketim kültürü sömürgeciliği" adını uygun gördüm bu mantığa. Bu mantıkla birlikte köleliğe artık ihtiyaç kalmıyordu, bu mantığın yürümesi için insanlar tüketimi benimsemeli ve yabancı bir ülkeye mal satabilmek için o ülkeyi işgal etmek gibi dikkat ve tepki çeken davranışlara gerek olmamalıydı. (Irak işgali tamamiyle hammadde ihtiyacına (petrole) dayalı bir durum bence.) Bu mantığa göre tüketime yönlendirilen insanlar (çeşitli pazarlama ve alttan verilen maddeselcilik mesajları ile) sürekli bir tüketim kültürünün içinde yer alacak ve bu kültür içinde kazandığı paraları gene tüketime yatıracaktı. Bu sistem günümüzde bile çok iyi işlemektedir.

Değişim gösteren sadece sömürgecilik mantığı değildi, üretim anlayışında da köklü değişiklikler oldu. Sanayi devriminden sonra "mass production"ın yani seri üretimin her yönden avantajlı olduğuna inanılıyor, talep olmadığı halde mallar elbet bir gün satılır yaklaşımı ile durmadan üretilip devasa depolarda saklanıyordu. İşte o anlayışta bir fabrikanın deposu ne kadar büyük ve doluysa fabrikanın o kadar değerli olduğu görüşü yaygındı. Şimdi ise bir fabrikanın devasa depolarında bekleyen bir çok ürün görmek pek de iyiye işaret olarak algılanmaz. Bu değişimi başlatan Japonya'da ki Toyota fabrikası oldu. Japonya'nın kısıtlı yüzölçümü sebebiyle toprak fiyatları çok yüksek olduğu için fabrikaların ürettikleri ürünleri depolayacak büyük araziler fabrikalar için olduça yüksek maliyetler demekti. Bunu engellemek için yeni bir üretim anlayışı geliştirdiler, bizim üretim bandımız çok hızlı ve seri olmalı, önce malları üretip sonra tüketiciye satmak yerine önce tüketiciden siparişi almalı, küçük serilerle hızlı bir üretim yapmalıyız ve depolamadan göndermeliyiz dediler. Bu mantıklar Just in Time, push-pull ve Lean üretim felsefelerinin oluşmasını sağladı. Toyota'nın kısa zamanda liderliği ile bu felsefeler tüm dünyada kabul gördü ve günümüzde modern fabrikaların temel felsefeleri olarak görülmektedirler.

Son yıllarda değişen bambaşka bir değişim var, bu değişimi sağlayan güç ise Çin. Şu anda dünyanın üretim merkezi haline gelen Çin düşük maliyetleri ile bütün belli başlı üreticileri kendine çekti. Şu anda dünya üzerindeki sistemde firmalar kendi ülkelerinde prototiplerini tasarladıkları, arge çalışmalarını yaptıkları ürünleri Çin'de kurdukları fabrikalarda kendi kalite standartlarında üretiyorlar. Peki bu ne kadar sürer? Çin daha ne kadar süre ucuz işçi gücü sağlayabilir? Bu kadar yüksek bir nüfusa sahip bir ülkenin tüm vatandaşlarının gelir düzeylerinin artması, yaşam standrtlarını arttırması ve bunun sonucu olarak işgücünün pahalılaşması elbette ki çok uzun zaman alacaktır, işte bu sebeple daha çok uzun bir süre Çin'in dünyanın üretim merkezi olacağını düşünmek yanlış olmaz.

Yazının ikinci bölümünde ise yaklaşmakta olan yeni bir sanayi devriminden ve bunun endüstriye, üretim yaklaşımlarına ve insanlar üzerindeki etkilerine değineceğim.

22 Nisan 2007

Batı medeniyetleri ve anaçlıktan kaçış

Yurtdışında batı medeniyetlerinde bulunduğum süre içinde yaptığım bir gözlem var, hiç herhangi bir batı medeniyetinde bizde ki rahmetli Adile Naşit'e benzer bir karakter gördünüz mü gerek filmlerinde ya da tiyatro oyunlarında?

Amerika'da ilk yıllar kaldığım yabancı öğrenciler için olan yurtta öğrenci temsilciliği yaptığım dönemde Rob adında ingiliz bir çocuk vardı, nazik ve iyi bir çocuktu. Bir gün ofisteyken Rob'a paket gelmişti annesinden, paketi açarken içinden bir mektup da çıktı ve yanımızda sesli okumuştu.
Rob sana sevdiğin çaylardan ve bisküvilerden yolluyorum, kendine dikkat et, annen...
tarzında oldukça kısa bir mektuptu. Oldukça soğuk ve mesafeli gelmişti bana, açıkcası benim annem bana böyle bir mektup yollasa hemen telefona sarılır, 'ne oldu anne kim öldü benden saklamayın' derdim herhalde... Ben dünyanın her yerinde anne sevgisinin aynı derecede kuvvetli evrensel bir duygu olduğunu düşünüyorum, bu sebeple aradaki tek fark bana göre bu sevgiyi gösteriş (veya göstermeyiş) biçimimiz olmalı.

Daha sonra bizdeki ailelerin ilgi ve şefkat gösterme 'merasimleri' ile batılıların bu tür ailevi duygusallıktan kaçışlarının sebeplerini düşünmeye başladım. İki aşığın arasındaki duygusallık duygusunu batılı medeniyetlerde hala gözlemlediğime göre sanki kaçınılan aslında duygusallık değil de anaçlık duygusuydu... (anaçlık duygusu derken lütfen yalnızca annelere özgü bir duygu olduğunu düşünmeyin, bu duygu bence her erkeğin içinde de vardır ama gene toplumsal geleneklerden ötürü bunu anneler kadar göstermezler)

Anaçlık duygusu batılı medeniyetler gözü önünde sanki bir şekilde özgürlüğü ve kişiselliği engelleyen/kısıtlayan bir engel olarak görülmeye başlanmıştı. Bu süreç ne zaman oluştu acaba diye düşünmeye başladım. Tahminim sanayileşme süreci ile başlamış olmalı bu süreç, zamanında gelenekçi ve baskıcı aile düzeninde yetişmiş çocuklar sanayi devrimi ile sürekli ve hızlı gelişen bir dünyanın içinde buldular kendilerini, bu gelişime ayak uydurabilmek için de kendi ayakları üzerinde durmaları gerekiyordu çünkü böyle bir değişimi hiç yaşamamış olan onlardan önceki kuşak bu tür bir gelişim sürecinin ihtiyaçlarını bilememiş ve kendi ebeveynlerinin onları yetiştirdiği şekilde çocuklarını yetiştirmek için bir baskı uygulamaya calışmışlardır muhtemelen, işte bu baskı da aileye ve bir yerde aile kurumuna bir isyan olarak genç nesilde bir tepki oluşmasına yol açmış olmalı. İşte bu şekilde yetişen sonraki kuşaklar belki de farkında olmadan ve çocuklarının üzerinde kendi gördükleri gibi bir baskı kurmamak için anaçlıktan ve aile içi duygu gösterilerinden uzaklaşmaya başlamış olmalılar. Bu biraz da çocuklarda bireyselliğin oluşması için ödenmesi gereken bir bedeldi belki de.

Anaçlıktan kaçış sürecini inceledikten sonra bu yaklaşımın olumlu ve olumsuz yanlarını da düşündüm. İlk olarak olumlu yanları;

Öncelikle bu mantıkla yetişen çocuklar bağımsızlıklarını bizim kültürümüzde yetişen gençlerden çok daha önce kazanıyor (gerek maddi, gerek hak olarak) ve buna bağlı olarak da kendilerine güvenleri daha fazla olabiliyor. Bir bakıma kendi ayakları üzerinde durmayı daha genç yaşta öğreniyorlar. Bunun getirisi olarak da hayat tecrübeleri daha fazla olabiliyor. Bunun dışında bireysel bir mantıkla yetiştikleri için karar verme mekanizmaları daha hızlı oluyor, örneğin anaç bir toplumda yetişen bir genç bir karar verirken genelde ailesine danışma ihtiyacı duyar ve bu da gençlerin kişisel karar mekanizmasında gecikmeye veya sorunlara yol açabilir ve bu sebeple genç içindeki potansiyeli tam olarak su yüzüne çıkaramadığını düşünebilir. Son olarak da aile baskısı ve ebeveyn ön yargılarından uzak bir yaşam yaşadıkları için daha rahat hareket edebilirler.

Şimdi de bu yaklaşımın olumsuz yönlerini düşünelim;

Genç yaşta özgürlüğünü kazanan kişinin aynı zamanda genç yaşta omuzlarına büyük bir sorumlulukta yüklenir, örneğin 18 yaşından sonra ailesinin yanında kalabilmek için ailesine oda kirası ödemesi gereken bir çok yabancı arkadaşım vardı. Anaç aile yapısında çocuk ailesinden ayrılsa bile başına kötü bir durum gelmesi durumunda her zaman anne/baba evine geri dönebileceğini bilir ve bunun güvencesi ile yaşar ama ne yazık ki batı medeniyetlerinde çoğunlukla bu güven yoktur. İşte bu sebeple genç yaşta hayatında bazı sorunlarla karşılaşmış gençler hayatlarında kendilerini tek başlarına hissedebilirler. Bunun dışında aile yaşamının erken yaşta sona ermesi sonucu gençler dış etkenlere karşı daha açık durumda olabilirler, bu etkenlerle tek başlarına mücadele ettikleri için de 'bu yaşıma dek zorluklara tek başıma göğüs gerdim ve hayatta güvenebileceğim tek kişi kendimdir' mantığı ile bireyselliği kabullenirler. Bu mantık da tabii ki ilerleyen yaşlarda aile bağlarının azalmasına yol açar.

Burada aile bağları, bireyselliğin yükselişi ve batılı medeniyetler hakkında başka bir gözlemime de değinmek istiyorum. Hiç dikkat ettiniz mi son zamanlarda popüler "mainstream" denilen Hollywood filmlerinin çoğunda aile içi bağlara değinme ihtiyacı duyuyorlar. Bundan bir yirmi yıl önce ise genellikle asilik, başkaldırma ve çoğunlukla cinsellik konuları önplanda yer alırdı bu tarz filmlerde. Zamanında gençliğin izleyip etkilendikleri bu tür yapımlar sonucu Amerika'da gözlemlerime göre aile bağları ciddi bir yara aldı ve Hollywood şimdi kendi kanattığı bu yarayı gene kendi sarmaya çalışıyor. İstatiksel olarak bilmiyorum ama sanırım amerikan aile yapısında boşanma oranları ciddi bir oranda artış göstermiştir son 20-30 yıl içinde. Parçalanmış aileler içinde yetişen yeni kuşağın ise aile kurumuna karşı olan güvenleri büyük ölçüde sarsılmış olmalı. Myspace sitesinde ilginç bir gözlem yapmıştım, yaşıtım veya daha genç gençlerin çoğunluğu Mysapce profillerindeki çocuk istiyor musunuz kısmına "hayır" cevabını verdiğini gözlemlemiştim. Aslında keşke myspace bu profil sorularına verilen cevapların istatistiklerini gösterse. Behnan arkadaşımın yaptığı ilginç bir başka gözlem var;
"Bence artık doğa daha fazla çocuk yapmamamız, üremememiz için gerekli sinyalleri veriyor"
demişti bu konuları konuşurken (sadece azalan doğal kaynaklar ve tüketimin artışının sonucu olarak değil, daha çok ait olduğumuz doğadan gelen bir enerji gibi). Belki de gelişmiş batılı ülkelerdeki azalan nüfusu bu mantıkla açıklayabiliriz. Kim bilir belki de batı medeniyetlerinde gerçekten veriyordur ve anaçlıktan kaçışlarının sebeplerinden biri de budur ama çin ve hindistan gibi hala anaç olan toplumların doğadan aynı sinyali almadıkları nüfuslarındaki artıştan ortada sanırım...

14 Mart 2007

Ozgurluk hakedenlerindir

Oncelikle gecen gun msn messenger'i acik birakip uyumusum dogum gunu gecesi, haliyle sabah uyandigimda 10 tane msn penceresi acikti, ozur diliyorum cevap yazamadiklarim icin (linux kullaniyorum ve gaim offline mesajlari desteklemiyor henuz) ve bunun disinda yorumlara anca yorum yazabildigim icin. Dogum gunum guzel gecti, eski kaldigim International House'dan arkadaslarla bulusup gene turk restoranina gittik. Bir de dun cektigim kendi fotografimi da koyuyorum ki hatirlayabileyim ileride 26 yasinda nasil gozuktugumu :)
(aslinda her dogumgunumde resmimi koymak fena fikir degil...)

Bugun de ozgurluk hakkinda dusundum biraz, bunu kendi kafamda kurdugum uzun bir diyalog seklinde sunmaya calisacagim;

-Ozgurluk nedir? Bizi ozgur kilan ne? Bir insan ozgur dogabilir mi?

-Ozgurluk bir insanin diger insanlarin haklarini cignemeden istedigini yapabilmesi, dusunebilmesi degil mi?

-Evet ama soyle dusunun, siz bu kavrama gore her turlu ozgurlugun bulundugu bir ulkede dogdugunuzu dusunun, ozgurlugunuz icin bu yeterli mi?

-Evet, sanirim... Eger ozgur elestiri ve dusunce serbestse dogdugum ulke sinirlari icinde ve hicbir kolelik kavrami yok ise ozgurum demektir.

-Bence degilsiniz, cunku bence sadece hak edenler ozgur olabilir...

-Ne kadar sacma bir dusunce, ozgurluk temel bir hakdir ve her bebek ozgur dogmalidir!

-Evet keske oyle olsa ama iste bence hic bir devlet hic bir kanunla dogdugunuz anda size ozgurlugunuzu veremez.

-Neden veremesin ki?

-Cunku bizi ozgur kilacak olan yalnizca kanunlar degildir

-Nedir o halde?

-Soyle ornekleyeyim;
Siz bir markete gidiyorsunuz ve onceden televizyonda reklamini gordugunuz bir urunu goruyorsunuz, diyelim ki bir tur cikolata olsun. Hemen bu cikolatayi satin aliyorsunuz ve yemege basliyorsunuz. Gercekten leziz bir tadi var. Bir hafta sonra ogreniyorsunuz ki bu cikolata icinde kansorejen yapan bir madde iceriyormus... Tekrar satin alir miydiniz?

-Bunun konuyla ne ilgisi var cok anlamadim ama almazdim tabi ki, hatta bu cikolatayi ureten sirkete dava acardim.

-Elbette degil mi? Cunku saglikli yasama ozgurlugunuzu cignedi bu sirket. Peki ornegi biraz daha derinlestirelim, siz arabayla bir markete dogru gidiyorsunuz, yolda benzininiz bitiyor ve durup benzin aliyorsunuz. Bir gun ogreniyorsunuz ki satin aldiginiz bu benzin yasadiginiz cevreyi kirletiyor ve hatta dunyada savaslara yol acip masum milyonlarca kisinin olmesine sebep oluyormus. Bu sefer ne yaparsiniz?

-Hmm yapabilecegim fazla birsey yok sanirim, ben sadece bir bireyim ve ulasim icin benzine ihtiyacim var ama bundan sonra elimden geldigince az tuketmeye calisir ve alternatif, temiz enerji kaynaklarini desteklemeye calisirim.

-Sizin ve cocuklarinizin temiz bir dunyada yasama ozgurluklerini kisitliyor ve milyonlarca kisinin olumune sebep verse bile elimiz mahkum oldugu icin fazla birsey yapamadiniz, bu sirketlere dava acmayi bile dusunmediniz bu ornekte... Peki iki ornek arasindaki fark ne? Biri sizi kendine muhtac birakti, kendi sattigi urune muhtac birakti. Bir bakima sizin ozgurlugunuzu kisitlamadi mi? Iste hangi devlet kanunlariyla bu ozgurlugu koruyabilir? Bugun o ozgurlugu korusan, mutlaka ertesi gun baska bir urunle sizi somurebilecek bir cok urun sunulmayacak mi piyasaya? Bunun disinda bu devlet benzini yasaklasa, diger devletlere karsi ekonomik gucunu yitirmeyecek mi? Daha sonra da diger devletler ekonomik olarak bu devleti somurgesi haline getirip yonetimi ele gecirecek ve tekrar benzin kullanimini yururluge sokacaklardir degil mi?

-Hmm evet sanirim...

-O halde hic bir devlet, hic bir kanun ile senin ozgurlugunu koruyamaz bu duzende. Peki bir yolu olmali, mutlak ozgurluge giden bir yol.

-Ben pek bir cikis goremiyorum, bu dunya ne yazik ki para duzenine gore isliyor.

-Elbette ki para duzenine gore isliyor, ve aslina bakarsaniz bunda sasilacak pek bir sey yok. Asil sormaniz gereken, iki ornekte de sizi ozgur kilan neydi?

-Bilmiyorum, ikisinde de ozgur olamadim ki, gene yapacaklarini yaptilar.

-Hayir iki ornekte de ozgurluge acilan bir yol vardi, bu da "bilinc". Eger ilk ornekte bu cikolatanin kansorejen madde icerdigini bilmeseydiniz yemege devam edicektiniz. Ikinci ornekte cok bir sey yapamasaniz bile gene bir bilinclenme soz konusuydu. Eger benzin kullaniminin zararlari ilk benzinli otomobil uretildigi gun bilincli utopik bir dunya toplumu tarafindan bilinseydi, mutlaka bu sistem dogaya zarar vermeycek sekilde gelistirilir veya alternatif yollar aranirdi butun dunya devletleri benzine bagimli hale gelmeden. Iste sizi ozgur kilan kanunlar degil, bildiklerinizdir!

-Peki bildim de ne oldu, ne degisti ki, ilk ornekte belki bir ise yaradi ama ya ikinci ornekte?

-Ikinci ornekte sizce neden ise yaramadi?

-Cunku dedigim gibi tek bir bireyim, dava acsam da kazanamam ki...

-Evet bence de kazanamazsiniz, peki milyarlarca insan dava acsa?

-Nasil olabilir ki bu? Guc elinde tutana yapisir, sen ben benzin kullanmasak mutlaka bunu somurecek biri cikacak, benzin kullanip daha efektif, daha ucuza bir is bitirip bizim onumuze gececek.

-Haklisiniz ama ben her zaman "mutlaka baska bir yolu olmali" diyerek dusunurum ve bu dusunce mantigi sayesinde de hep yaratici fikirler cikacagini dusunurum. Ozgurluge geri donersek, asil kanunlarin degil, bilincimizin bizi ozgur kildiginda anlastik sanirim. Kanunlar yalnizca ana hatlarin belirlenmesine yardimci olabilirler ama hic bir zaman is dunyasi kadar dinamik olamazlar, iste bu sebeple kanunlarin yaninda bilinclenme sart. Peki bu bilinclenme nasil yayilabilir? Elbette ki yeni dogmus bir bebekte bu bilincin bulunmasini bekleyemeyiz (iste bu sebeple yeni dogmus hic bir bebek ozgur degildir, hangi devletin topraklarinda dogarsa dogsun) ama bu bilinc onlara asilanabilir... Onlara bunu asilayabilmek icin ise ozgur dusunce yollarinin acilmasi gereklidir.

-Ama zaten acik degil mi? Onlari okullara gonderiyoruz, belli bir egitimden geciriyoruz ama bu sistemin icinde doguyorlar sonucta, rekabet edebilmek icin bu sistemin icinde var olmalari sart.

-Ilk once ozgur dusunce yollarinin ne kadar acik oldugunu inceleyelim isterseniz. Gene bir markete gidin ama bu sefer 6 yasindaki cocugunuzla birlikte. Markette dolasirken cocugunuz birden dursun ve sizi cekistirmeye baslasin, "anneeee, babaaa bana bundan al..." Siz donup bakiyorsunuz ve tam cocugunuzun boyundaki rafta rengarenk cafcafli, uzerlerinde hepsi capraza dogru bakan cizgi filmsi karakterler bulunan misir gevregi kutularini goruyorsunuz. Ah ne hos bir tesaduf degil mi? Hepsinin cocugunuzla ayni boydaki rafta siralanmis olmasi, hepsinin ozellikle cocuklarin dikkatini ceken renklerde olmasi, hepsinin uzerinde ki cizgi film karakterlerinin tam da sizin geldiginiz yone dogru caprazdan bakmasi... Yoksa tesaduf degil mi? Yoksa birileri en bilincsiz tuketiciler icin ozel olarak mi kurmus bu duzenegi? Yoksa birileri dunyada hic kirmak istemeyeceginiz cocuklariniz ile sizin aranizdaki bu bagi somurmek mi istiyor? Cocugunuz bu duzenekte ne kadar ozgur bir karar verebilir o sinirli bilinci ile? Peki cocugunuzu en guzel, en modern okullara gonderdiniz zor kazandiginiz paralarla. Bu okulda hersey cocugunuz icin dusunulmus, hatta o kadar "fazla dusunulmus" ki cocugunuzun "kendi basina" dusunmesine gerek bile kalmiyor! Iste ozgur dusunce, ozgur karar verebilme boyle kisitlaniyor...

-Bilmiyorum Mert, kafam karisti... Ben sadece mutlu olmak istiyorum ve cocuklarimi elimden gelen tum imkanlarla en iyi kosullarda yetistirmek istiyorum...

-Hepimizin istedigi bu, yalnizca sizi neyin mutlu edecegine odaklanin, dusunmekten kacmayin. Cocugunuz icindeki potansiyeli en iyi nasil ortaya cikarabilir buna odaklanin, cunku cocugunuz ozgurlugunu hak etmeli bu yeni dunya duzeninde.

(devam edecek)

Zaman, bilinc ve DNA!

Kafamdaki zaman kavramini biraz daha derinden inceledim;

-Boslukta zaman var midir?
-Neden olmasin?
-Oyle bir bosluk dusun ki icinde hic bir madde, hic bir atom olmasin. Iste bu boslugun icinde nasil bir zaman kavramindan bahsedebilirsin? Zaman dedigimiz kavrami olcmen icin bir degisiklik olmasi gerekmiyor mu? Sen bu boslugun icinde zaman oldugunu kanitlayabilir misin?
-Hmm sanirim kanitlayamam ama ben disaridan bu bosluga bakiyorsam, saatime bakip soyleyebilirim
-Evet ama senin bakman demek, bir gozlem yapman demek iste bu gozlemde boslugu doldurmaya yeter, bunu gozlemliyemezsin sadece kafanda hayal edebilirsin.
-Peki boslukta zaman olmadigini kabul edelim, nereye varmak istiyorsun?
-Bu bosluga bir maddeyi koydugun anda ise zaman olusur degil mi?
-Hmm evet gozlemliyebilirim o anda
-Demek ki zaman maddeden bagimsiz degil, madde bir enerjiyse, zaman da ayni sekilde bir enerji olmak zorunda eger maddenin bir uzantisi ise.
-Devam et
-Peki biz zamani gozlemleyebilir miyiz?
-Evet saatimize bakariz, ya da gunesin dogusunu ve batisini izleriz
-Evet ama senin bu gozlemlediklerin zamanin kendisi degil, zamanin etkileri olmaz mi?
-Nasil yani?
-Mesela bir hortum ciktigini duyuyosun radyoda yasadigin yere yakin bir yerde, hemen gozlemlemek icin arabana atlayip gidiyorsun ama soylenen yere gittigin anda hortumu kacirdigini dusun, etrafinda sadece yikilmis evleri yani hortumun yarattigi yikimi, hortumun etkilerini gorebiliyorsun. Iste bizde hayatimizda zamani hic gozlemliyemiyoruz bir enerji olarak, sadece yarattigi etkileri gozlemliyebiliyoruz.
-Neden bir enerji olarak gozlemliyemiyoruz?
-Cunku zaman bilincimize bagimli bir kavram "olabilir", onu dusundugun anda o bir sonraki adimdadir. Kisacasi bilincin zamanin bir parcasi olabilir ve bu durumda kendi yapildigi maddeyi tabi ki gozlemleyemiyor, ancak onun etkilerini gozlemliyor. Kendi kuyrugunu yakalamaya calisan bir kopek gibi dusun.
-Peki zamanin etkileri her madde uzerinde ayni midir?
-Kesinlikle hayir, ilk basta hayal ettigimiz bosluga bir tas koydugunu dusun, havada asili duran bir tas ama etrafinda baska hicbir madde yok, ne oksijen-hava hicbirsey, hareketsiz bir tas... Bu tasi bir milyon yil boyunca gozlemle, sence bu tasta bir degisiklik olacak midir?
-Hmm eger hareket etmiyorsa ve etrafinda hic hava bile yoksa... hayir olmaz sanirim
-Kesinlikle... zaman sadece maddenin bir uzantisi degil, ayni zamanda hareketin de bir uzantisidir.
-Hareketin mi? Mesela ben butun gun yatagimda uzansam hic hareket etmeden, benim icin zaman gecmeyecek mi?
-Hayir kesinlikle gecicek cunku sen hareketsiz dursan bile vucudunun icinde kan akmaya devam edicek, vucudundaki milyarlarca hucre hareket halinde olucak. Ayrica hareketsiz bir cisim icin bile zaman varolmaya devam eder, sadece onun uzerinde bir etkisi olmaz. Maddenin oldugu her yerde zaman vardir ve eger bu maddenin icindeki en ufak bir elektron bile hareket ediyorsa "zaman enerjisi" uzerindeki etkisini gosterecektir. Zamani bir hareket sensoru olarak dusun, eger ortalikta hic bir madde yoksa, hareket sensoru de yok, eger ortamda bir madde var ama hareketsiz ise hareket sensoru de var ama maddeyi goremiyor, eger madde bir hareket haline gecerse hareket sensoru hemen isigini yakiyor!
-Peki zamani nasil gozlemleyebiliriz?
-Iste bence hareket halinde olan hic bir madde gercekten zamani gozlemleyemez! Tabi ki buna insan zihni de dahil, sadece zamanin etkilerini gozlemleyebilir.
-Peki zaman her maddede ayni etkiyi mi yaratir?
-Hareketli her maddede... yalniz harektli derken tekrar dusundum de daha duzgun bir tanimlama kullanmam gerekir... canli her maddede. Mesela bosluktaki tasa bir hareket verdigini dusun, tas ilerler ama hic surtunme olmayacagi icin maddesel olarak bir degisime ugramaz, yani zaman kavrami bir madde oldugu icin hala gecerli ama hareket etse bile zaman onun uzerinde bir etki yaratamiyor...
-O halde zaman harekete degil, canliliga duyarli?
-Evet sanirim, duzeltiyorum o halde, "zaman maddenin uzantisi olan bir enerji formu ve canliligin oldugu her yerde etkisi gozlemlenebilir".
-Peki... o halde canlilik ne? Bir tasta maddeden olusuyor ama canli sayilmiyorken nasil maddeden olusan insan canli sayiliyor, ya da nasil bir bitki canli sayiliyor? Canliligi saglayan fark ne?
-Sence kopeklerin bir bilinci var midir?
-Bilmem, kopekler bizim gibi dusunemezler
-Hayir bu genel bir yanilgi, kopekler dusunebilir, hissedebilirler ve elbette ki hatirlayabilirler. Onlarin da, genel olarak butun hayvanlarin da, bir bilinci vardir, yalnizca kapasitesi insanlarinkinden dusuktur. Peki bitkilerin bir bilinci var midir?
-Yok artik, bak onlarin yok iste...
-Peki ayciceklerini dusun, onlar neden hep gunese dogru donerler yuzlerini?
-Bilmem, sanirim iclerinde gunesisigini hisseden onunle reaksiyona giren bir madde var ve bunu hissettikleri anda daha fazla gunes isigi alabilmek icin o yone donuyorlar, ama bu bilinc degildir ki?
-Dogru tam dusundugun sekilde bir bilinc degil, soyle dusun bilinc yalnizca sana ogretilenler midir?
-Evet bana ogretilenler ve hayattan gozlemledigim hersey bilincimi olusturur
-O halde nefes almayi sana kim ogretti? Daha dogar dogmaz, hicbir sey gozlemleyemeden nefes almiyor muydun? Iste iki turlu bilinc var, genetik olarak DNA'larimizda aktarilabilen bir bilinc ile sadece insanlarda ve hayvanlarda bulunan ogrenebilme bilinci...
-O halde bitkilerde de DNA ile aktarilan bir bilinc var?
-Kesinlikle ve zamanin etkileri de sadece bilince sahip olanlarda gorulebiliyor demistik, yani sadece canlilarda. Canli olabilmen icin bir bilincinin olmasi sart, ya gelismis dusunebilen bir bilinc ya da DNA ile aktarilabilen bir bilinc, hic farketmez. Ama bir tasin? iste onun hicbir bilinci yoktur, bu sebeple de zamandan etkilenmez. Demek ki zaman bilince bagimli ve hatta onun bir parcasi.
-Ama tas da bir sure sonra asinmaz mi?
-Asinir ama cevresindeki maddeler onu asindirir, tasi ilk basta bahsettigim boslukta hayal edersen milyonlarca yil sure sonra bile hicbir asinma olmaz uzerinde.
-Sanirim dogru, peki bu zaman bir enerjiyse ne tur bir enerji?
-Oncelikle bilinci olan hersey dogar, buyur ve olur oyle degil mi?
-Evet, bitkiler, hayvanlar, insanlar..
-O halde bunun grafigini cizersen bu bir sinus dalgasini andirmaz mi?
-Evet sanirim... bombeli bir yukselti gibi
-Sanirim zaman bilinci olan herseyi sinus dalgasi seklinde etkileyen bir enerji formu
-Peki bilinc, en basit DNA'lardan aktarilan bir bilinc bile nasil olusuyor?
-Sanirim bunun sirri senin de dedigin gibi DNA'larda oyle degil mi :) DNA'larin sadece canlilarda oldugunu biliyor muydun? Bir tasin DNA'si yoktur :) Sadece canlilarin bilinci oldugunu dusunursek ve zamanin sadece bilinci olanlari etkiledigini...
-O halde birisi zamanin olusumunu anlamak isterse...
- :) kesinlikle, bence zaman kavraminin gizemi DNA'larda sakli!