24 Mayıs 2009

Bir dostu kaybetmek

On beş yıldır benimle birlikteydi, onu ilk gördüğümde o 1.5 aylık, ben ise 13 yaşındaydım. Onu aldıktan bir kaç gün sonra hasta olduğunu farketmiştik, kanlı ishal teşhisi konmuştu ve bu yavru köpekler için ölümcül bir hastalıktır. Onu aldığımız yere geri vermeyi düşünmüştük ama geri verdiğimizde onunla ilgilenilmeyeceğini ve ölebileceğini düşündüğümüz için onu hayvan hastanesine götürdük, orada bir kaç gün seruma bağlandı, güçlü bir köpek olduğunu o zamandan kanıtlamıştı ve bu hastalıktan kurtuldu.

Yavruyken küçücük vücuduna oranla büyük kafasını öne doğru eğip alttan alttan sert(!) bakışlar attığı için babam ona "Maço" adını koydu. Kısa sürede ailenin bir üyesi olmuştu. Zorlu geçen ergenlik dönemimdeki en yakın arkadaşımdı. Karşılıksız yaptığı sevgi gösterileri sonunda hiç hayvan sevmeyen insanları bile kendine bağlıyordu. Hiç şımarık bir köpek olmadı, her zaman asil, onurlu ve güçlüydü.

Hayatı boyunca bir çok şey atlattı. Bir araba ona çarpıp kaçtığında bacağı kırıldı, yanlış kaynadı ama gene de koşmaya devam etti. Haftasonu tatilinde gittiğimiz yazlığımızda bir gün boyunca kayboldu ve biz o pazar gecesi İstanbul'a dönmek zorundaydık. Pazartesi sabahı yazlıktan komşumuz onu kapısının önünde beklerken bulmuş, bizi bulamadığı için komşumuzun kapısında beklemiş. Bir hafta boyunca kaçırılmıştı, daha sonra kaçıranlar onu aradığımızı farkedip utanınca onu geri iade etmişlerdi. 8 yaşından beri bir gözünde katarakt oluştu, 10 yaşından beri iki gözü de tamamiyle kör olarak, sadece koku duyusuyla yönünü buldu. Son zamanlarında ise kalbi büyümeye devam ettiğinden ciğerini sıkıştırıyor ve nefes almasını zorlaştırıyordu. Heyecanlanmaması gerektiği halde benim kokumu duyduğunda yere yatıp kendini sevdiriyor, gıdıklatıyordu. Sanırım bunu hep kendi görevi gibi gördü. Sevmek ve sevdirmek...

20 Mayıs Çarşamba günü sabahı onu bahçemizdeki ağacın önünde başı yukarı doğru kasılmış olarak gördüm, dili yandan sarkmış, salyaları akıyordu. Bir krize girmişti, nefes alamadığı için boynunu hep yukarıda tutuyordu. Hemen veterinere götürdüm, veterinere gitmeyi hiç sevmezdi, orada çok huzursuz olurdu. Veterinerde serum verildi, oksijen verildi, kortizon iğnesi yapıldı. Veteriner hekim sonunda ötenazi yapılmasını önerdi. Daha önce de ben Amerika'dayken böyle bir krize girmiş ve veteriner anneme de aynı şekilde önermişti ama annem bu kararı alamamıştı ve evde bahçesine geri getirmişti Maço'yu, o da mucizevi bir şekilde iyileşmiş ve 1.5 yıl daha yaşamıştı. İçimde hala yaşayabileceğini ümit ediyordum ve bu kararı da veremezdim ama acı çekmesini de istemedim. Eğer ölücekse de evinde kendi bahçesinde ölmesini tercih ederim dedim kendime çünkü veterinerden ne kadar korktuğunu biliyordum. Veteriner şu an zaten komada olduğu için acı çekmediğini, kortizon iğnesinin onu rahatlattığını söyledi. Veterinere dedim ki eğer acı çekmeye başlarsa size telefon açarım iğneyle gelirsiniz.

Onu bahçede en sevdiği köşesine yatırdım, zar zor nefes almaya devam ediyordu. Başını okşuyordum. Sonra bir on, on beş saniye inlemeye başladı. Aklımdan o kararı vermeye çalışıyordum o anda, veterinere telefon açmalı mıyım diye... İşte o anda son nefesini verdi Maço, doğal yollardan öldü. Veteriner çok acı çekmediğini söyledi. Ölmeden önceki 15 saniyelik süre hariç hiç inlememişti gerçekten de...

Bazı insanlar çok bağlanacaklarından korktukları ve öldüklerinde çok üzüleceklerini düşündükleri için hayvan beslemekten korktuklarını söylüyorlar. Bir şeyi kaybetme korkusunun ona sahip olma hissinden daha yoğun olması bence daha korkunç. Üzüntüm çok büyük olsa da geriye dönüp birlikte paylaştığımız anlara, duygulara bakınca kesinlikle buna değerdi.

Maço'yu bahçenin kenarına gömdük ama onun dostluğu ve sevgisi anılarımda hiç gömülmeyecek. Huzur içinde uyu güzel oğlum...

13 Mayıs 2009

Otokontrol Hissi

Kendime bir hedef koyduğum zaman çoğu kez kafamın içinde bir benlik oluşuyor. Kendine güveni tam, baskıcı değil ama hırslı ve belki de biraz ısrarcı biri olabilir. Hedeflerimi gerçekleştirmem için o kafamın içinde benimle konuşuyor, hatta bana kendi adımla sesleniyor, beni motive ediyor. "Şöyle yapmalısın Mert, ya da dayanmalısın Mert" gibi. Sanırım ortaokuldan beri orada ve gerektiğinde ortaya çıkıyor, aslında ona ihtiyacım olduğunda ben çağırıyorum demek daha doğru.

Tamamen bilinçli yaratılan ve ihtiyaç duyulduğunda aktive edilen bir otokontrol mekanizması. Tahmin ediyorum çoğu insanın zihninde farklı şekillerde vardır ama pek konuşulmuyor sanırım bu konuda. Kimisinin kafasındaki ses ölmüş büyükannesidir, kimisinin babası, kiminin bende olduğu gibi kendi hatta kiminin ki de tanrı veya allah.

Asıl kafamı kurcalayan bu yardımcı olan otokontrol mekanizmasını beynimiz nasıl oluşturuyor, onun karakterini nasıl belirliyor? Acaba o da bizimle birlikte büyüyüp gelişiyor mu yoksa aslında o bir duyguyu mu temsil ediyor? Kendi örneğimde; acaba ortaokuldaki hali ile bugünkü hali bir mi? Nasıl mutluluk duygusunun hissi değişmez, sadece mutlu olduğunuz şeyler değişir, işte kafamızda yarattığımız otokontrol mekanizması da bir bakıma his mi acaba? Belki de çevremizden farkında olmadan aldığımız bir tür enerjidir.

5 Mayıs 2009

Kill Bill Mardin Edition

Dün Mardin'de yaşanan olay bana Quentin Tarantino'nun yönettiği Kill Bill filmini anımsattı. Kill Bill filminde Bill rolündeki David Carradine, The Bride rolündeki Uma Thurman'ın düğününü basıyor ve düğündeki herkesi katlediyordu, hamile olan Uma Thurman şans eseri ağır yaralı kurtuluyordu. Daha sonra Uma Thurman ise intikam peşinde koşturuyor ve film genel anlamda bu intikam öyküsünü konu alıyordu. Film için modern bir kan davası örneği denebilir aslında.
Mardin'de dün meydana gelen olay ise ne yazık ki Kill Bill filmine göre daha az "duygusal" diyebiliriz.
Kill Bill filminde tüm olanların asıl sebebi sonunda "aşk" iken, Mardin'de 3 hamile kadın ve 6 çocuk dahil olmak üzere 44 kişinin öldüğü saldırıyı yapanların sebebinin alabalık çiftliği üzerindeki menfaat olabileceğini belirtmiş bir görgü tanığı.

Peki Türkiye gerçekten "modern bir hukuk devleti" olabilseydi, hukukun ve yargının ağırlığı ülkenin her yerinde eşit olarak hissedilebilseydi bu olay yaşanır mıydı? Ya da hukuk devleti kavramı konusunda bütün vatandaşlar eşit eğitilseydi bu durum yaşanır mıydı? Bunlar ayrı bir tartışmanın konusu sanırım ama bugün kan davası konusunda Elif Savaş Felsen'in çok güzel bir yazısını okudum bloğunda. Bu yazısından alıntılıyorum,
Modern zamanlarda hukuğun ve adalet sistemlerinin güçlenmesine kadar, kan davası toplum düzeninin sağlayıcı bir düzenek sayılıyordu. “Yapma sakın, ben de sana yaparım,” tehdidinden daha etkili ne olabilir? Özellikle güveneceğiniz bir yargı sistemi yoksa. Bir toplulukta tek otorite ailenin kan bağıysa, doğal olarak egemenlik sağlayacak. Otorite (kanunlar, güvenliği sağlama, anlaşmazlıkları sonuçlandırma, vesaire) merkezi sisteme dönüşünce kan davaları da ortadan kalkıyor.
Elif Savaş Felsen'in yazısının tamamını buradan okuyabilirsiniz.

4 Mayıs 2009

Zaman Yönetimi

Son zamanlarda kendimi zaman yönetimmi konusunda hiç beğenmiyorum. Sebebi bahar yorgunluğu olabilir, aylardır bir iş bulamamış olmam olabilir bilmiyorum ama günlerimi yeterince verimli geçirmediğim açık. Aslında suçu iş bulamama veya bahara atmak işin kolay yanı ama beni asıl sinirlendiren kendim, kendimi disipline edememem. Sanırım bir kez motivasyonumu kaybedince tekrar kendimi düzene sokmam zor oluyor ama aslında motive olmamı gerektirecek bir çok sebep de var. Bence geçici ve sıkıcı bir süreçten geçiyorum, bazı şeyleri kavramak için yaşamak zorunda olduğum. Gene de yeniden disipline olmak için elimden gelen tüm çabayı göstermeliyim.

3 Mayıs 2009

Zamanın arasına serpilmiş yapboz parçaları

Yaşam ve ölüm arasında insanların en çok anlamlandırmaya çalıştıkları kavramın aşk olduğunu düşünüyorum. Onu yüzyıllar boyunca öyle yüceltmişler, onu kanıtlamak için o kadar çok çaba göstermişler ki bence bu onu gereğinden fazla şişirmiş ve anlamsızlaştırmış. Hatta çoğu zaman onu ifade eden kelimelere bile taşıyabileceklerinden fazla anlamlar yüklemişler.

Sanırım benim ise onu çoğu insandan daha farklı bir algılayışım var. Çoğu insanın düşündüğünün tersine bence aşk hafiftir, seni hafif hissettirir. Asla yoğun ve ani bir duygu değildr. Zamana yayılmış bir yapboz gibidir aslında, sen zamanla etraftan parçalarını toplayıp onu bir bütün haline getirmeye çalışırsın.

Bugün bir bakış, yarın belki ufak bir gülümseme, başka bir gün ise kimbilir yavaşça saçını düzeltmesi olabilir. Onu oluşturan ufacık anlar vardır, belki de saniyenin binde biri büyüklüğünde ama o anları yaşamak için yıllarca bekleyebilir bir insan. İşte tüm bu anlar bir araya geldiğinde anlamlı bir bütünü, adeta canlı bir organzmayı oluştururlar. Bu yapbozun en güzel yanı ise, eğer doğru anları yakalayabiliyorsan bu yapbozun hiç tamamlanmayacağını bilmemizdir.

Ne var ki bu yapozu çözmeye çalışırken geçen süreçte insan bambaşka bir şeyi daha keşfeder; kendini. Karşınızdaki insanın da senle aynı süreçten geçtiğini anladığımızda ise aslında onun da kendini keşfetmekte olduğunu farkederiz. Bu tıpkı çocukken çevremizdeki çocuklarla birlikte büyümenizi keşfetmemize benzer, aynı keşfetme sürecini paylaşmanın verdiği heyecanı yeniden yaşatır belki de.

Aslında bence onu oluşturan temel madde de sürekli devam eden bu keşfetme sürecidir. İşte bu yüzden bence aşk bir duygu ya da his değil, zamanın arasına serpilmiş yapboz parçalarıdır.