31 Aralık 2007

Sen Kayseri'li misin Mert Ulaş?

Cuma günü yemin töreninden sonra yılbaşı ile birleştirdiler 3 günlük tatilimiz oldu, hazır internete girebilmişken ilk askerlik anımı da yazayım dedim...

Eğitim döneminde son günler, atış talimleri son hızla devam ediyor. G3, MP5 ve Colt tabanca'dan sonra MG-3 ile atış yapılacak o gün. Araziye çıkardılar bizi MAN otobüslerle atış alanına götürdüler. 5 tane silah var 120 kişi kuyrukta bekliyor, bekleyenler o sırada boş durmamak için ellerinde ki G3 tüfeklerini söküp takıyolar falan. Ben sabah kahvaltı da yapmamıştım, saat öğleden sonra 1 olmuş hala sıra bekliyorum, hava da buz gibi... Ankara soğuğu bir başka oluyormuş, kupkuru bir soğuk. Sıra da numara sırasına göre, benim numara da en sonlarda...

Sonra bir baktım bizim otobüsler gene geldi alana, ben hemen anladım durumu atışı yapmış olanları yemeğe gönderiyorlar. Ben de artık soğuk ve açlığa dayanamıyorum kendi kendime ya ben yemek yiyip dönene dek sıra anca bana gelir zaten dedim. Sessizce atışımı yapmış gibi bindim otobüse, yemeğimi yedim bizi tekrar atış alanına bırakıyor otobüsler. Sonra üstteğmen dedi ki hiç indirmeyin burada bunları direkt G3 200 metre atış alanına götürün dedi. Ben tam "oh bu atıştan yırttım galiba" derken birden otobüsü durdurdular, astteğmen kapıyı açtı;

-Mert Ulaş burada mı?
-Evet komutanım
-Oğlum sen atışını yapmamışın

Hemen indim otobüsten, ileri de atış alanının orada üstteğmen bağırıyor
-Mert Ulaş sen atışını yaptın mı?
-Hayır komutanım
-Eh aferin

Sırtımda G3 tüfeği ile atış alanına doğru heralde hayatımın en hızlı deparını attım. Atış alanından bu sefer yüzbaşı bağırıyor;

-Sen Kayseri'li misin Mert Ulaş?
-Hayır komutanım Ordu'luyum
-Kayseri'ye de uzakmış ama gel bakalım sen şöyle 5 numaralı silaha önüme
-Emredersiniz komutanım

Hemen silahın başına yattım.

-Sen beni tanıyor musun Mert Ulaş
-Tüfek bombası eğitim alanında görmüştüm komutanım ama adınızı bilmiyorum komutanım
-İyi iyi Ankara'da kalırsan daha yakından tanışırız seninle (yüzünde hafif bir gülümseme ile) Hele sen bir vurama da hedefi o zaman görüşürüz.
(İç ses: sıçtık...)

Üstteğmen komutları veriyor o sırada, kurma kolunu çek vs. gibi, başımda ki yüzbaşı;

-Silahı yana yatır
Ben hafif yana doğru dönüyorum
-Sen dönme oğlum silahı yatır

Şimdi MG-3 hafif makineli tüfeğinde yere sabitlemek için 2 ayak bulunur, ben tüfeği yüzbaşının dediği gibi yatırınca ayaklardan biri havaya kalktı... İçimden "ya bunun 2 ayağını boşu boşuna yapmamışlar tek ayak havada nasıl destek alıcam ben 12 kiloluk silah kesin deli gibi de teper" diyorum. (sonradan öğrendim ki 5 numaralı silahın nişan ayarı bozukmuş o yüzden tek ayağını kaldırtmış yüzbaşı)

(Not: fotoğraf Vikipedi'den alınmıştır)

Normalde bu atış görevinde 5 kere tekli modunda atış yapıcaz ama vaktimiz az olduğu için üstteğmen seri modunda atış yaptırıyor, tetiğe yavaş yavaş basıp yarısında kesmemiz yani 5 mermiyi bir anda değil de 3-2 ya da yapabiliyorsak 2-2-1 şeklinde atmamız bekleniyor. Ne var ki hafif makineli bir tüfekte seri modda namluyu az çekip atışları bölmek ayıptır söylemesi ama erkekler bilirler
"tam işerken yarıda kesip sonra tekrar devam etmekten daha zor bir iş"
Ben de ilk defa bu silahı kullanıyorum. Tetiğe yavaş yavaş çekiyorum almıyor, çekiyorum almıyor, sonra birden tııırrt diye 5 mermi birden gitti tek atışta. (Bu arada kullandığım silahlar içinde sesi en az ve en karizmatik silah, tepmesi de neredeyse hiç yok)

Başımda ki yüzbaşı;

-Yuh, beşini birden gönderdin, kesin dağları tepeleri vurmuşundur sen
(iç ses: çok feci sıçtık)

Hemen koşarak hedefin başında hazırolda bekliyorum, hemen peşimden de yüzbaşı geldi. Hedefin başında çömeldi hedefi inceledi;

-Ha s****r Mert Ulaş, şanslı günündeymişin bugün (Bu arada eğitim boyunca ilk defa o gün bir komutanın küfrettiğini duydum, hiçbir şekilde size karşı bir hakaret veya küfür olmuyor)

Hedefte iç yuvarlakta 2 dış yuvarlak içinde 1 tane isabet ile görevi başarı ile tamamlamışım.

-Saol (bu sefer benim yüzümde hafif bir gülümseme)

11 Aralık 2007

O Şimdi Asker

Askerliğimi yapmak üzere yarın yedeksubay tank takım komutanı olarak Ankara Etimesgut Zırhlı Birliği'ne teslim olacağım. Tahmin ediyorum 2-3 ay süreyle bloğa yazı giremeyebilirim.

Şimdilik hoşçakalın.

Not: Yorumları denetleyemeyeceğim için yorumlarınız ben internete girebilene dek gözükmeyebilir.

4 Aralık 2007

Pazarlamada test sürecinde "Toplumsal Çekingeler"

Geçen gün kız arkadaşımla Tophane'de oturuyorduk, garson elinde bir tepsi çayla yanımızdan geçerken bize "muzlu çay" vermek istedi. Beyaz renkli süt gibi çayı görünce pek alışık değil tabi insan, yadırgıyor. Bunun üzerine garson;
-Beğenmezsen parasını almıyorum
dedi ama gene de bizi ikna edemedi. Sonra düşündüm neden denemediğimizi... Kaybedecek birşeyimiz yoktu denemek için ama bir şekilde koca bardaktaki çayı sonuna kadar içip sonra da "beğenmedim parasını alma" demek pek hoş olmazdı bence.

Halbuki bunun yerine çok küçük likör bardakları tarzı bardaklara bu çaydan azar azar doldursa ve bunları test ettirse kesinlikle denerdim.

Bence beğenmezsen parasız, 15 gün içinde iade edebilirsiniz vs. tarzı yaklaşımların önünde çok büyük bir engel var. Ben buna "Deneme sürecinde toplumsal çekingeler" adını verdim.

Örneğin yukarıda ki örnekte tüm çayı içip beğenmedim demeye "utanırım", bir arabayı test sürüşüne çıkarırken aklımda hep "ya kaza yaparsam" fikri olacağı için buna "çekinirim", aldığım bir karpuz kelek çıkarsa "karpuzun kelek çıktı bana yenisini ver" demek bana biraz "çingenelik" gibi gelir. Oysa bunların hepsini yapmaya hakkım var ama her seferinde çekingelerim bu haklarımın önüne geçer.

Peki müşterinize yeni bir ürünü onu çekindirmeden denetmeye nasıl ikna edersiniz? Çekingesiz bir pazarlama taktiği nasıl olabilir?

Öncelikle bu söylediğim için pazarlamacılar bana kızabilir ama bazı istisnalar dışında tüketiciler alışveriş sırasında çoğu zaman pazarlamacılardan çok daha dürüst ve düşüncelidir. Ben adamın çayını içerken ya beğenmezsem diye utanıp sıkılırım, ben bir arabayı test sürüşüne çıkarırken ya kaza yaparsam diye ekstra dikkatli kullanırım. Oysa pazarlamacını umurunda değildir, onun tek düşüncesi malını bir an önce satmaktır. Deneme sürecinde tüketici pazarlamacıyı zor durumda bırakmaktan elinden geldiğince kaçınırken, pazarlamacı tüketicinin hissettikleriyle ilgilenmez, malı satıp sıradaki müşteriye geçmek tek amacıdır.

İşte değişmesi gereken pazarlamacının bu süreci yönetimidir. Bu süreçte pazarlamacı tüketiciye;
"bak eğer memnun kalmazsan bile, işler düşündüğümüz gibi gitmezse bile beni zor durumda bırakmayacaksın, merak etme!"
hissini verebilmelidir.

Mesela bu yeni muzlu çayı verirken küçük test miktarlarında vererek, "bak önce az bir dene beğenmezsen zaten benim kayıbım çok ufak olacağı için dert etmezzsin" mesajını vermeli. Arabayı test sürüşüne çıkartırken "bütün test araçlarımız sigortalanmıştır, olası bir kaza durumunda yalnızca çarptığınız yerdeki hasar size aittir, araba üzerindeki hasarlar size ait olmayacaktır merak etmeyin rahat rahat kullanın" diyebilmeli. Pazarlamacı süreci rahatlaştırabilmeli.

Süreç demişken marketlerde çoğu zaman sucukların test porsiyonlarını size uzatan görevliler görmüşünüzdür. Sucuğu tezgahta kızartıp size küçük bir porsiyon olarak test ettirirler. Buraya kadar herşey hoş güzel de siz hiç tek başına sucuk yediniz mi? Sucukla birlikte en çok ne yenir? Ekmek. Eğer çok küçük dilimler halinde ekmekler kesilse, bu sucuk iki dilim ekmeğin arasında aperatif gibi bir kürdanla sıkıştırılıp sunulsa tadı daha kalıcı olmaz mı? Tabi opsiyon olarak sadece sucuk da sunulabilir ama ek olarak konacak ekmeğin maliyeti ne kadar olabilir ki...

Bunları genelleştirirsek,
  • Yiyecek-içecek gibi ürünlerde küçük test porsiyonları kullanılmalı ve yalnızca ürünü değil o ürünü daha güzel kılabilecek opsiyonlarla birlikte sunulmalı
  • Yüksek fiyatlı ve lüks ürünlerin deneme süreçlerinde test ürünlerini sigortalamalı ve bunu müşteriye açıkca belirtmeli
  • Mümkünse test ürünlerinden bolca bulundurmalı böylelikle müşteri sizin test ürününüzü beğenmese ya da zarar verse bile yedekte daha birçok ürün olduğunun güveni ile test edecektir.
  • 15 gün içerisinde beğenmediğiniz ürünü iade edebilirsiniz demek yerine "Sizin için bu ürünün bir kopyasını iki haftalığına ayırtıyorum, bir sorun çıkması halinde kopyasıyla değiştirebilirsiniz" ya da benzer bir yaklaşım kullanılabilir. Böylelikle tüketiciyi ürperten "iade etmek" anlayışı yerine "sizin için ayrılmış kopyasıyla değiştirmek" kavramı kullanılır.
  • İade eden tüketici suçlu değil iade edilen ürün suçludur. İade ve test sürecinde satış elemanları bu yaklaşımı benimsemeli ve iade sürecinde tüketiciyi "sorguya çeker" gibi değil de "tüketiciyi dinleyen" biri gibi, tüketiciyi rahatlatacak cümleler kurmalı ve elinden geldiğince tüketiciden ürün hakkında geri besleme alıp bunları kaydetmelidir.
  • Son olarak satış sırasında size bu ürünü satıyoruz mantığı yerine "bu ürünü iki haftalık test edin lütfen" yaklaşımı da etkili olabilir.

27 Kasım 2007

Mezunlar derneği sosyal ağı

Bugün e-postama gelen bir ileti sayesinde San Jose'de ki üniversitemin mezunlar kulubünün de artık kendi sosyal ağını kurduğunu öğrendim. Adına SJSU inCircle demişler.

Yaşanan sosyal ağ patlamasında neden okulların da kendi mezunları için sosyal ağı olmasın ki? Aslında gayet mantıklı. Bu ağa tahmin edebileceğiniz gibi sadece okulun kendi mezunları katılabiliyor. Facebook'tan üniversite arkadaşlarımı buldum demek yerine her okulun kendine ait bir sosyal ağı olması çok daha mantıklı geldi bana. Tabi bizim okulun böyle bir sosyal ağ fikrini ilk entegre edenlerden olmasının sebebi sanırım silikon vadisinde yer alması ama zamanla neden tüm üniversiteler için de bir standart olmasın ki...

Aslında her üniversitenin mevcut öğrencileri için de bir sosyal ağı olmalı, şimdi diyeceksiniz ki her okulun buna ayıracak bütçesi yok ama eğer bir okulun bünyesinde bilgisayar mühendisliği varsa bu sınıflarda ki öğrencilere bitirme tezi veya proje olarak verirsin programlamasını, bunun üzerinden not verirsin bedavaya sosyal ağın olur, çok zor değil gerçekten. Bu sosyal ağda her ders bir grup olur, ders notları, ödevler vs buraya yüklenebilir. Bence her okul için gerçekten faydalı olabilecek bir uygulama.
Ha geriye bir sorun kalıyor, bu kadar sosyal ağ bolluğu arasında biz hangi birini güncellemekle uğraşalım diyebilirsiniz. Benim uzun süreden beri söylediğim, merkezi bilgi dağıtım mantığı aslında tam da bu sorunu çözüyor. Siz paylaşmak istediğiniz tüm bilgilerinizi tek bir yere yüklersiniz (blog benzeri), tüm sosyal ağlarla da bu bloğu ilişkilendirirsiniz ve her bir sosyal ağ buradan bilgileri çekip kendi kendilerini güncellerler. API, RSS ve OpenSocial kavramları aslında tam da bu yöne doğru hareket eden kavramlar. Umarım yakın zamanda merkezi bilgi dağıtım mantığı kabul görür internette.

26 Kasım 2007

Yeni dizayn

Günlüğümün dizaynını sonunda değiştirdim, uzun zamandır aklımdaydı oturdum 3 günde yeni dizaynı tamamladım. Tamamiyle sıfırdan yarattım sayılır. Her ne kadar eski dizaynını da sevsem de sayfa oldukça geç yükleniyordu ve bana biraz çocuksu geliyordu dizaynı. Daha ciddi ama sade, gözü yormayan, kullanışlı ve içerik olarak hiçbirşey eksiltmeden yeni bir dizayn üzerinde çalışmaya başladım.
  • Yan menüyü sola aldım
  • Whitespace yani beyaz alan kullanımına ve okunabilirliğe önem verdim
  • Sayfanın farklı çözünürlüklerde dinamik olarak aynı görntülenebilmesine odaklandım
  • Sayfanın hızlı açılması için gereksiz tüm kodları kaldırdım
  • Üst kısımda gizli saklanan bir MacOS tarzı şeffaf bir menü yaptım, buradan fotoğraflarım, çizimlerim, videolarım, müziklerim ve bağlantılar kısmına erişebilirsiniz. Menüyü aktive etmek için fareyi sayfanın en üstüne getirmeniz yeterli.
  • Üstte ki menü de bir lightbox script klonu olan LightWindow v2'yi kullandım (görsel şölen)
  • Aç kapa artema (başlığa basıldığında açılıp kapanan yan menüler) kullandım
  • Sayfada ki tüm reklamlar isteğe bağlı gizlenebiliyor (+/- butonları veya başlığa tıklayarak)
  • Fotoğraf ve çizim gösterimleri için flickr slideshow, video gösterimi için dailymotion videoroll, müzik gösterimi için last.fm + deezer, bağlantılar için ise bloglines blogroll eklentilerini kullandım.
  • Yazılarda tarih gösterimini daha şık, görsel hale getirdim
Aklıma gelenler bunlar, sayfamda ki eklentilerin herbiri kod değiştirmeden (flickr'a fotoğraf ekleyerek, dailymotion'a video ekleyerek, last fm için sadece müzik dinleyerek, bağlantılar kısmı için ise sadece bloglines rss readera kaydederek) güncelleniyor, bu benim için çok önemliydi.

Buraya tıklayarak da sayfamın eski temasını görebilirsiniz.

20 Kasım 2007

Garanti (Spamci) Arkadaş

Genelde Amerikan filmlerinde izleriz, para kazanmak için her yol mübahtır zihniyetindeki firmalar ve çevirdikleri işleri. Bu filmler genelde suçluların yakalanıp cezalanmasıyla mutlu biter ama gerçek hayatta pek de öyle değildir işler. Bu kurumsallaşmayla birlikte gelen "para kazanmak için her yol mübahtır" virüsü belki Amerika'dan sonra Türkiye'ye de sıçradı, belki de çok önceden beri vardı ama ben internet üzerinde yeni yeni şahit olmaya başlamışımdır.

Uzun zamandır www.garantiarkadaş.com sitesinden spam e-postalar alıyorum, spam e-posta ne derseniz en basitinden "istenmeyen elektronik postalar" diyebiliriz. Vikipedi'de türkçe olarak "Yığın ileti" adıyla bahsediliyor, buradan daha detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.

Benim gibi yüzbinlerce kişiye bu spam postaları gönderiyor Garanti Arkadaş sitesi, Google üzerinde yapacağınız basit bir arama ile Garanti Arkadaş sitesinden rahatsızlık duyanların yazılarını görmek mümkün. Bir kaç örnek: (1), (2), (3), (4), (5)

Garanti arkadaş sitesi yalnızca spam posta atmakla kalmıyor, bir bakıma insanları yanıltarak dolandırıcılık da yapıyor aslında (tebrikler 500 sms kazandınız kampanyası misali) Bunun dışında Msn hesapları hacklenen/ele geçirilen arkadaşlarımın hacklenen e-postalarından Garanti arkadaş spam e-postası gönderiliyor sürekli. Msn şifresi kıranlar bu e-posta adreslerini Garanti Arkadaş sitesine satıyor olabilirler.

İnternette bir proje yaptığınız zaman bunu duyurmak, pazarlamasını yapmak önemlidir evet ama bunun için insanların gizliliklerini hiçe saymak, kaba kuvvetle yüzbinlerce spam eposta atmak tam olarak "para kazanmak için her yol mübahtır" mantığında bir harekettir. Yaptığın iş düzgünse o zaten kendini satacaktır. Spam eposta atmak Amerika ve çoğu gelişmiş ülkede suç olarak kabul edilmektedir, Amerika'da spam mesaj gönderen bir kişi 9 yıl hapse mahkum edildi, İtalya'da ise spam eposta göndermenin 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası var. Türkiye'de spam/istenmeyen/yığın postalar hakkında bir kanun var mı bilmiyorum ama spam postalar yüzünden Türk Telekom şebekesi gereksiz yere meşgul ediliyor ve çok yüksek maddi zarar görüyordur dünyadaki tüm diğer Telekom servisleri gibi.

Genelde spam postalar gönderen şirketler fiziksel olarak pek kendilerini göstermezler ama Türkiye'de gayet rahatlar sanırım, google aramasında hemen şirket için çektikleri tanıtım videoları çıkıyor. Garanti Arkadaş sitesinin mimarları tanıtım için Tuğba Özay'la anlaşmışlar, böyle bir sitenin tanıtımını da bir mankenin yapmış olması nedense beni hiç şaşırtmadı. Garanti Spamci sitemizin tanıtımını Tuğba'dan dinleyelim o halde;

12 Kasım 2007

Hazırlanmak

Aralık ayında askerliğe gideceğim kesinleşti, UNIDO-ICHET'te ki işimden cuma günü ayrıldım. Cumartesi günü sigarayı bırakma kararı aldım ve 3 gündür hiç içmedim. Sigarayı askere kadar olan bu 1 ay içinde bırakmam şart çünkü askerdeyken hiç bırakamayacağımı biliyorum.

Tam 1 ay kaldı, bu süre içinde olabildiğince önümdeki sürece hazırlanmaya çalışıyorum. Her gün biraz şnavf-mekik çekip yürüyüşler yapmak hedefim ama bir taraftan da özleyeceğim tüm yemekleri de depolamak istiyorum. Bu ikisi birbiri ile çakışıyor ama bir formül bulmaya çalışacağım. Uyku düzenimi de ayarlamam gerek, askerlikte sanırım sabah 5-6 gibi uyanmak zorunda olacağım. Bunun dışında işte klasik askerik alışverişi olur, vitamin falan alırım gidene dek. Orada yanıma vitamin almama izin verirler mi onu da bilmiyorum.

(fotoğraf: nizamiye.com)

Bir yandan kalan 1 ay içine bir sürü şeyi sıkıştırmak istiyor insan, bir yandan da yan gel yat keyfine bak askerlikte en çok özleyeceğin şey bu olacak diyorum. Haberlerde duydum, yeni askerlik kanununa göre seferberlik anında 60 yaşına dek askerliğe geri çağırabiliceklermiş bu yeni düzenlenen askeri kanun değişikliği ile... Babam daha 60'ına basmadı, dedim eğer seferberlik çıkarsa baba-oğul birlikte askere gideriz artık :)

7 Kasım 2007

Blog Konferansı 07

Dün Microsoft ana sponsorluğunda Yıldız Teknik Üniversite'sinde dün gerçekleşen blog konferansına Türk Blog Yazarları Platformu'nu tanıtmak amacıyla katıldım. Konferansta açılış konuşmasını Microsoft Türkiye Genel Müdürü Çağlayan Arıkan yaptı, kendisinin de bir bloğu varmış.

Toplantı gerçekten çok güzel geçti ve toplantıyı anlatan uzun bir yazı yazacaktım ama blog gazetesinden toplantıya izleyici olarak katılan Süleyman Sönmez'in bloğunda ki geniş toplantı özetini görünce, ben yazsam bu kadar kapsamlı yazamam dedim. Bu yüzden eğer toplantıyı merak ediyorsanız sizi böyle alalım. Ben de yakında kendi yaptığım sunumun videosunu yükleyip buradan sizlerle paylaşabilirim.

Konferansla ilgili duyduğum tek eleştiri çoğu kişinin konferansın hafta içi ve erken saatte olmasından dolayı katılamamasıydı, bence de biraz haklı bir eleştiri. Gene de sırf bu konferans için Ankara'dan gelen izleyiciler vardı. Umarım bu konferansın tekrarları olur ve daha geniş bir katılım gerçekleşir.

Son olarak bu konferansın ana sponsorunun Microsoft olması konusuna değinmek istiyorum, Microsoft gibi bir şirketin böyle bir organizasyon organize etmesi ve desteklemesinin ardında yatan nedenleri düşündüğümüzde aklıma gelenler şunlar;
  • Bilgisayar/Yazılım sektörlerinde çalışan çoğu profesyonelin bir bloğu var, bloglar temalı bir konferans tüm bu kitleyi aynı çatı altında toplayıp onlarla iletişime geçmek demektir.
  • İnternet üzerinde ki içerik Web 2.0 sonrası artık çoğunlukla kullanıcılar tarafından, bloglarda yaratılıyor. Sanırım Microsoft'da bunun farkında ve arama motoru yönünden bakarsanız bu içeriğin oluşturulduğu platformları kontrol etmek içeriğin anında arama motoru tarafından indekslenmesi demektir.
  • Microsoft'un kendi ürün ve hizmetlerini tanıtması için çok büyük bir fırsat, örnek olarak Süleyman Sönmez bloğunda yazdığı tanıtım yazısında hemen Çağlayan Arıkan'ın sunumunda bahsettiği Microsoft servislerinden bahsetmiş ve bağlantı vermiş. Kısaca konferansa katılan eğer 100-150 kişi varsa bu kişilerin bloglarını da takip eden 1000lerce kişi var, bu da çok geniş kitlelere ulaşma imkanı sağlıyor.
Microsoft'un burada yaptığı çok akıllıca bir hareket olmuş ve umarım diğer bilişim firmaları da bunu kendilerine örnek alırlar.

1 Kasım 2007

Güç dengeleri ve para kazanmacılık

Bu dünya düzeni hakkında beni en çok rahatsız eden şey dünyanın kurallarla değil de güç dengeleri tarafından yönetilmesi sanırım. En güçlü olan kuralları beğenmediği zaman hemen değiştirip kılıfına da uydurabiliyor (hatta kimi zaman uydurmuyor bile) Bir yandan da kuralların güncelliğini koruması gerek, kurallar değiştiğinde bunu acaba kendini daha da güçlendirmek için mi yaptı yoksa gerçekten zamana yetişmek için mi güncelledi bunları anlamaya kafa yoruyor insan. Kafa yorunca da pek birşey değiştiği yok ya, beyin jimnastiği işte.

Güç dengeleri de en çok politikada belli oluyor, politika yapanları izleyince nedense aklıma hep küçük çocukken ablamla olan didişmelerimiz geliyor. Hani küçükken bir taraf diğerine üstünlük kurmaya kalkar ama bunu o kadar çok belli eder ki komik olur artık, onları izleyen ebeveynleri güler. Politikada ki ilişkiler de böyle görünüyor bana, TV'den birbirlerine soktukları lafları, tehditleri falan izlerken bir ebeveynin haşarı ve şımarık çocuklarının hareketlerini izliyor hissine kapılıyorum.

Güç dengelerinin beni rahatsız etmesinin asıl sebebi farklı aslında. İstedikleri kadar birbirlerini yesinler beni ilgilendirmez, güç sahibi olmak gibi bir uğraşım da yok ama asıl sorun insanların güç sahibi olmak için gelişimi baltalamaları. Bilimsel doğrular ile güç dengeleri çoğu zaman paralel gitmiyor. Güç kazanmak isteyen hızlı para ve güç kazanma derdinde, bilimle uğraşanlar doğruyu bulma, birşeyler öğrenme, gelişim derdinde. Nadiren yollar kesişiyor yani. Güç sahibi olanlar zaten gelişimi, değişimi pek sevmezler. Adam kurulu düzenini kurmuştur, birşeylerin değişmesi onun zararına olur çünkü bir çok bilinmezlik getirir, yeni girişimler gerektirir, bu da muhtemel bir güç kaybına sebep olabilir. Bu sebeple politik arenada değişiklikler kolay kolay olmaz, değişik/yeni yüzler pek çıkmaz.

İş dünyası ise yeniliklere daha açıktır ama onlar da bunu daha fazla güç kazanmak için fırsat olarak gördüklerinden. Amaç gelişim değil yeni pazarı en önce kapmaktır yine. Yeni pazarı kapınca da elinden geldiğince tekel olmaya çalışılır gücü ve lobisi yettiğince.

Artık meslek ayrımı ortadan kalkıyor sanırım, tek bir meslekte birleşiyor hepsi, "para kazanma mesleği". Böyle bir meslek var ve dünyada ki en büyük meslek grubu şu anda.
- Ne iş yaparsın, mesleğin nedir?
- Mesleğim para kazanmak
- Peki kazandığın paralarla ne yaparsın?
- Daha çok para kazanmak için kullanırım, para parayı çeker
- Peki ya gelişim?
- Para kazandırdığı sürece desteklerim
- Peki ya ideallerin, daha iyi bir gelecek beklentisi?
- İdealim daha çok para kazanmak, daha fazla güç. Bu bana iyi bir gelecek verir.
Mesleğini en iyi yapan daha çok para kazanmıyor artık, mesleği para kazanmacılık olan daha çok para kazanıyor, meslek olarak ne okuduğunuzun, ne yaptığınızın pek önemi kalmıyor.

Sanırım en kuralsız meslek de bu "para kazanmacılık". Her yol mübah. Gelişim mi? Para kazandırdığı sürece gelişim, gerisi hikaye... Geleceğin popüler meslekleri gibi salak saçma haberler yapar ya bazen gazeteler, günümüzün ve geleceğin en popüler mesleğini ben açıklıyorum; para kazanmacılık. Üniversitelerde böyle bir bölüm açılsa talep patlması olur bence ama devlet üniversitelerimiz devlet kurumu olduklarından utanıyorlar sanırım ama özel üniversitelerimizden böyle bir atak bekliyorum ben. Onlar için hayrına tanıtım broşürlerinde kullanabilecekleri bir metin bile hazırladım, istedikleri gibi değiştirip kullanabilirler.
ÖSS'de en yüksek puanı alıp para kazanmacılık bölümünü bitiren öğrencilerimiz öğrenim süresince üniversitemize akıttıkları onbin dolarları öğretimleri sonunda ona katladılar, hayatlarını garanti altına aldılar. Siz de elit üniversitemizde yerinizi alın, para kazanmanın inceliklerini öğrenin, paranın efendisi olun.

19 Ekim 2007

Bol gollü günler

Bu aralar çok verimsiz hissediyorum kendimi, özellikle iş yerinde. Zorla kendime iş yaptırıyorum ama hiç içimden gelmiyor. Hani bir bebeğe son iki kaşık mamasını yedirmeye çalışırsınız ama bebek de artık hiçbir numaraya kanmaz ya, işte şu anda ben de o bebek rolündeyim. Motivasyonumu sağlamam gerçekten zor bu aralar.

Asıl sebeplerinden biri sanırım Aralık'ta askere gidecek olmam, aklım orada heralde.

Bugün Facebook'tan (1) ayrıldım, yeterince zaman harcadım sanırım orada, yarın da Facebook'tan bulduğum ilkokul arkadaşlarımla buluşacağım zaten. Yani görevini/işlevini tamamladı Facebook, daha fazla kalmak zevke girerdi.

Bizim orada elektrikler kesiliyor sürekli, lokal bir arızadan dolayı ama ipin ucu kaçmış durumda. Arıza bir bilemedin 2-3 günde giderilir değil mi? 2. haftaya girdik biz.

Şimdi sabah uyanıyorum, lavaboya gidiyorum elektrik yok, erkeklerin aydınlıkta bile isabet oranı düşükken karanlıkta sabah sabah neler yaptım ben de bilmiyorum... Gol 1

Kahvaltıya oturuyorum annem tost hazırlamış ama tostun içine domates de koymuş. İnce dilimlenince seviyorum ama annem kalın kalın yarım domatesi sıkıştırmış tosta. E domatesi o kadar ısıtsan bile sıvılığını koruyor. Tostu yerken şapır şapır yeni gömleğe döküldü, inanılmaz sıcak lava sıcaklığında ki domates kabuğu da diş etime yapıştı, oranın hissizleşmesine böyle kan tadı vermesine soyulmasına falan sebep oldu... Gol 2

Arabaya bindim yol da elektrik arızasını bulmak adına bir yeri daha kazmışlar ama uyarı levhası koymak gavur icadı bişey, herşeyden önce ne gereği var uyarı levhasının? Tekerleğim yeni açılmış köstebek çukuruna girip gaarch diye ses çıkarıyor... Gol 3

Dün şirkette benden bir kaç malzeme alınacak onları araştırmam istenmiş ama ne istediklerini onlarda bilmiyorlar, DC kaynak, elektrometer, plotter falan istenmiş ama özellikleri hakkında hiçbir bilgi yok, yazmış oraya DC Voltage Source diye... Bana birşey söylenmediğinden bu tür ürünleri getiren türk distributörleri buldum, onların tel.larını falan kaydettim, ürünlerinden bahseden rapor yazdım. Bu adımdan sonra onların bana ürün özelliklerini söylemeleri lazım ki ben de ona göre fiyat alabileyim adamlardan. Sabah bana eposta gelmiş;

Gunaydin Mert,
Liste icin tesekkurler.
.....' ya spesifikasyonlari sordum ancak bu aralar cok yogun oldugu icin, senin ilgilenmeni istedi. Sirketleri arayip kaliteli, iyi urunler icin spesifikasyonlari ve fiyati alsin dedi..
iyi calismalar
Sanki manavdan karpuz seçmem isteniyor, ya tamam kaliteli iyi ürün alalım ama özellikleri ne olacak, nerede kullanacağız biz bu ürünleri, hangi amaçla kullanacağız? DC gerilim kaynağı alayım ama kaç Watt olacak, akım aralığı ne olacak, neyi besleyecek? Bişey almak istiyoruz ona karar kılmışız, bi de iyi kaliteli bişey olsun deniyor ama gerisi önemli değil... Gol 4

Ha bir gol de dün yedim, Cevizlibağ-Levent E5 arasında ki 15 km'lik yolu 1 saat 40 dakikada gittim. (dakikada 15 metre, saniyede 25 santim ilerleyerek) İstanbul'da bir 5 yıl sonra trafiği ve yaşamı falan düşünemiyorum, zaten İstanbul'da da yaşamayabilirim 5 yıla.


(1) Facebook: BBG'nin topluma mal olmuş olanı

15 Ekim 2007

Biraz ısınalım fena mı?

Bir kaç gündür yağan yağmur geçici olarak İstanbul'un su sıkıntısını hafifletecek belki ama dikkatinizi çekti mi, yağdı mı da tam yağıyor, her yeri sel basıyor... Neden acaba?

Türk mantığıyla yaklaşırsak şöyle bir cümle gelir aklımıza,

-E biriktirdi biriktirdi birden patladı tabi gökyüzü...


Biz hala ilkel bir biçimde gökyüzünü ve çevremizi "sinirlenip sinirlenip bir anda sinirini boşaltan insan" gibi düşünsek de, bilimsel gerçekler pek öyle değil.

Bu grafikte 1900'lü yıllardan beri her yıl rapor edilen felaketlerin (ani sıcaklık değişimleri, seller, açlık, fırtınalar vs.) sayısı gösteriliyor, kırmızı olan ise depremlerin sıklığı. Grafikten görüleceği üzere 1960'lardan sonra çok büyük bir ivme kazanmış bu felaketler.

(Kaynak:Pascal Peduzzi (2004) "Is climate change increasing the frequency of hazardous events?" Environment Times, www.environmenttimes.net (c) United Nations Environment Programme / GRID-Arendal)

Diyelim ki 1960lardan sonra daha fazla bilgi paylaşımı oldu, nüfus daha fazla arttı ve bu grafiğin sebebi bu diyelim, o halde 1980'lerden sonrasını gösteren ve depremler ile iklimsel felaketler olan kasırga ve sel baskınlarının sayısını karşılaştıran küçük grafiğin açıklaması ne olabilir? Geçenlerde Samsun'da yaşanan sel felaketini hatırlıyor musunuz? Hani yetkililerin 100 yılda bir karşılaşılan bir yağmurla karşılaştık dedikleri felaket.

Tüm dünyada gözlemlenen kasırgaların şiddeti gün geçtikçe daha da artıyor. Tüm bunların sebebi gökyüzünün kızgınlığı, gökyüzünün dolup birden sinirini boşaltan bir insana benzemesi ya da Allah'ın gazabı değil. Bunların sebebinin bir adı var, bilimsel bir adı; "KÜRESEL ISINMA".

Kimileri bunun dünyada sürekli tekrar eden bir süreç olduğunu savunuyor, her 100bin yılda gerçekleşen bir süreç olduğunu savunuyorlar.


Grafikten görüldüğü gibi dünya varoluşundan bu yana hiç bu kadar yüksek CO2 değerleri ile karşılaşmamıştı. Evet süregelen bir düzen olabilir ama biz insanlar olarak belki de bu düzeni bir daha hiç eski seyrine dönmeyecek şekilde sarsmış olabiliriz.

Ben küresel ısınmanın durdurulabileceğinden şüpheliyim artık, doğa bir dizi zincirleme reaksiyondan oluşur. Şu anda bütün devletler birlik olup karşılarına çıkan tüm lobilere ve ekonomik zorluklara rağmen küresel ısınma için çarpışsa belki derdim ama kendimi aptal yerine koymak istemem. Milyar dolarlık benzin şirketleri milyarlarca yatırımla petrol kuyuları açmışsa adamlar bu kuyular bitip paralarına para katana dek durmazlar. Küresel ısınmanın sorunu ne devletlerle ne de bilinçlenmeyle alakalı. İnsanların kafasında ki mantaliteyle alakalı.

Sürdürülebilirlik... Bu kavram aldığımız her kararı etkilemedikçe birşeylerin değişeceği yok bu dünyada.

Adamların milyar dolarlık petrol şirketleri var sen adama diyorsun ki;

-Bak kardeşim senin yaptığın iş yüzünden çok fazla CO2 salınımı oluyor, bak Küresel Isınma denen bir olay var, yaşadığın yer bir 30 yıl sonra yaşanılmaz hale gelebilir. Sen yatırımlarını çöpe at, durdur bu işi.

Şimdi adam zaten en az 50 yaşındadır, 30 yıl sonra dünyada devasa felaketler olmuş ona ne? Bu yaşadığım yer küresel ısınmadan dolayı batsa bile çılgın gibi para kazanıyorum petrol işinden gider küresel ısınmadan çok etkilenmemiş bir yerde en kral evi alır orada ömrümün son günlerini yaşarım demez mi? Adamın umurunda değil ki sürdürülebilirlik, hem neden olsun ki, adam muhtemelen karısından da boşanmıştır, çocuklarına düzenli para gönderiyordur. Hani çocuklarıma daha iyi bir gelecek endişesi de yok, eh neden umurunda olsun ki dünya?

Şimdi bu adam altın yumurtlayan tavuğunu, yıllardır çalıştığı işini küresel ısınma uğruna bırakır mı? Bu adam altın yumurtlayan tavuğunu kaybetmemek için devlete her türlü lobiyi yapmaz mı? Her türlü rüşvet dönmez mi?

O zaman kandırmayalım kendimizi, küresel ısınma tüm gücüyle gerçekleşecek.

Sürdürülebilirlik kavramı hayatımıza girmedikçe de bu senaryo milyar yıl sonra gene tekrar edecek. (Dünyanın ömrü yeterse) Sürdürülebilirlikte hayatta devletlerin yapacağı ya da şirketlerin yapacağı bir iş değil, bu konu 60'lı yıllardan beri tartışılıyor daha bir Kyoto anlaşması bile tüm dünyada kabul görmedi. O kadar politika, çıkar ilişkilerine bulaşmış ki bu işler, işin içinden hiçbir devlet çıkamaz. Amerika hala petrol için savaşa giriyorsa, kimse gıkını çıkartamıyorsa gittiğimiz yol bellidir. Bu düzen ancak halktan gelecek bir hareketle düzelebilir. Herkes tükettiği kadar enerjiyi kendi imkanlarıyla yenilenebilir kaynaklardan üretebilirse enerji ekonomisi denen şey sekteye uğrar ancak o zaman bişeyler değişebilir. Kimse anlaşmalardan, devletlerden bir hareket ummasın.

Not: Yazı çok karamsar olduğu için özür dilerim ama 2+2=4

Bu yazı Blog Action Day kapsamında yazılmıştır.
Bloggers Unite - Blog Action Day

14 Ekim 2007

Balıklar

Benim bir vizyonum vardı küçükken, nasıl yaşamak istediğime dair, neler yapmak istediğime dair, nasıl mutlu olacağıma dair... O vizyon hala var belki anılarımda ama umudumdan ve aynı motivasyondan kuşkuluyum.

Denizde ki balıklar gibiyiz sanki, bir akıntıyla sürüklenen, debelenen, 3-4 saniyelik hafızayla yaşayan ve tek amacı kendinden küçük balıkları yiyerek büyümeye çalışan. Ben de kendimi bu gruptan ayıramam, çok uzun süre aynı denizde yüzdüm.

Modern insanın hayatında sahip olduklarına bir bakın, oturduğunuz evde hayatım boyunca burada oturacağım diyebiliyor musunuz? Hayatımız boyunca aynı arabayı kullanacağım diyebilir miyiz? Peki ya kullandığımız bilgisayarlar? Giysilerimiz? Cep telefonlarımız? Tek bir soru...

Sürdürülebilirlik hayatımızın neresinde?

İnsan ilişkilerinde de durum pek farklı değil, hatta öyle ki çevremizde sürekli aynı insanların olmasına bile katlanamıyoruz. Hepimiz hayatımızda doğru insanı arıyoruz ama onu bulduğumuzda nasıl tanıyacağımızı, ona nasıl davranacağımızı pek düşünmüyoruz. Sürdürülebilirlik emek gerektirir oysa balıklar olarak neler için emek göstermemiz gerektiğini hatırlıyor muyuz? Çok uzun süre balık olarak kaldık, tekrar insanlaşabilir miyiz acaba?

Şimdi Daft Punk'dan Something About Us dinliyorum, belki bana bişeyler hatırlatır. Umarım.

10 Ekim 2007

Beko MiniBig hakkında

Beko miniBig adında TV'ye bağlayabileceğimiz bir bilgisayar piyasaya sürmüş. Fiyat ve özelliklerini aşağıdaki resimden inceleyebilirsiniz.

Şimdi en ucuz modelinin fiyatı 1400 YTL'ye bir laptop bakalım ve özelliklerini karşılaştıralım. Ben Fujitsu Siemens'den AMILO Pi 1536, hepsiburada.com KDV dahil fiyatı da 1.479,20 YTL yazıyı yazdığım sırada. (acaba Beko'nun bu ürününde fiyata KDV dahil mi?)

Özelliklerini karşılaştırırsak;
  • Fujitsu Siemens'in işlemci hızı 1.83 GHZ, miniBIG'in 1.66 GHZ
  • Fujitsu Siemens'in ekran kartı daha iyi ( ATI Mobility Radeon X1400 128MB)
Bunun dışında Fujitsu Siemens'in kendine özel bir ekranı var 15.4 inch'lik (yani kullanmak için ayrıca TV'ye ihtiyacınız yok) ve kendine özel bir bataryası var, yani yolda falan da kullanabiliyorsunuz. Beko'nun miniBIG'in artısı ise TV kartı olması. O halde durumu eşitleyelim ve dizüstüler için PCMCIA TV kartlarının da fiyatlarına bakalım. AVERMEDIA AVERTV modelimiz var, KDV dahil 97.3 YTL. Şimdi toplayıp hesap yapalım...

miniBIG fiyat: 1399 YTL (KDV dahil mi değil mi bilinmiyor)
Laptop + TV kartı fiyat: 1576.3 YTL (KDV dahil)

Fiyat farkı: 177.3 YTL (eğer miniBIG fiyatına KDV dahilse)
Fiyat farkının getirdiği ekstralar: 15.4 inch ekran, 2.5 saat dayanabilen pil, daha hızlı işlemci, daha iyi bir ekran kartı

Sistemlerin diğer tüm özellikleri ve yapabilecekleri aynı.

Benim Beko'ya tavsiyem: Eminim ki bu cihazı toplarken fiyat araştırması yapmışlardır o yüzden donanım kısmına girmeyeceğim ama keşke açık kaynak bir işletim sistemi kullansalardı ve işletim sistemlerine ayıracakları parayı fiyatta indirim olarak son kullanıcıya yansıtsalardı. Belki o zaman mantıklı bir ürün olabilirdi.

7 Ekim 2007

Türk Blog Yazarları geçici olarak açılmıyor

Güncelleme: Sorun çözüldü, herşey normal :)

Ning sisteminin cumartesi günkü güncellemesi sonrası Türkk Blog Yazarları'nda bir sorun oluştu ve sayfası şu anda açılmıyor. Hemen Ning yönetimini durumdan haberdar ettim, yakın zamanda açılacağını düşünüyorum. Sistem düelince tekrar buradan haber vereceğim.

5 Ekim 2007

İnternet üzerinden müzik satışına yeni bir yaklaşım


Radiohead yeni albümü "In Rainbows" için çok farklı bir satış yaklaşımı sunmuş, albümü indirmek için ne kadar fiyat vereceğinize siz karar veriyorsunuz. Yani fiyatını siz kendiniz yazıyorsunuz, ister 1 pound, ister 100 pound tamamiyle size kalmış. Çok cesur bir yaklaşım bence, yalnız bir şekilde geliştirilebilir. Bu albüm yeni olduğu için henüz hiçbir parçasını dinlemedim, dinlemediğim bir albüme fiyat biçmem bu yüzden zor olucaktır benim için. Bu durumda ancak gruba ve yaptıkları müziğe duyduğum güvene fiyat veriyorum aslında. Ne yapılabilir?
  1. Stream olarak albümün şarkıları web sitesinden dinlenebilir bir önizleme tadında
  2. Düşük kaliteli mp3 formatında (64 bitrate, radyo kalitesi) şarkılar siteden indirilebilir, şarkılar dinlenip beğenildiğinde yüksek kalitelileri indirmek için biz bir fiyat belirleriz ve bu fiyata CD kalitesindeki versiyonu indirilir.

3G adamı olmaktan korkmak



İleride Turkcell 3G adamına dönüşmekten korkuyorum, takside bile iş düşünmekten, karım bebeğimizin cinsiyetini öğrenmek için doktora gittiğinde onun yanında olamayıp küçücük ekranlara duygular sığdırmaya çalışmaktan, yan komşumu cep telefonuma ismi yerine "yan komşum" diye kaydetmekten, kendi evimi gözetlemek zorunda kalmaktan ve sürekli bunun tedirginliğini yaşamaktan, hayatımın çoğu saatini bilgisayar başında geçiren biri olarak şimdi de o bilgisayar ekranını ufak bir cep telefonu ekranına sığdırmaktan korkuyorum...

1 Ekim 2007

Hüzünü seçmek

Amerika'dayken Amerikalı bir arkadaşım şöyle bir genelleme yapmıştı;

- Tanıdığım çoğu Türk'ün yüzünde, gözlerinde bir hüzün var sanki

Geçen gün düşündüm, Türk Sanat Müziği, Türk içkisi Rakı ve melankoli ile olan bağı, Türk edebiyatı, Türk şiirleri, Türk dansları, Türk resimleri...

Gerçekten de "neşeli" diyebileceğim örnekler çok azdı. Peki bunun sebebi ne olabilir?

Şahsen ben de Amerikan kültüründeki abartı ve pek samimi olmayan neşe/hareketlilik eylemlerinden pek haz etmem ve öyle davranamam. (Misal bir partiye girerken eller havaya "whoooahoo" şeklinde tezahürat ile girmek, misal doristos where's the party reklamı vb. birçok bana yapay gelen örnekler... Böyle insanlar var gerçekten yani TV'ler pek abartmıyor olayı)

Bu acaba müslümanlık ile ilgili birşey olabilir mi diye düşündüm. Pek fazla bilgim yok ama türklerin müslümanlığı seçmeden önce de çok neşe saçan bir ırk olduğunu hayal edemedim ama dediğim gibi bu konuda pek tarih bilgim yok.

Bir başka sebep tarih boyunca hep savaşlar görmüş olmamız, zor süreçlerden geçmemiz olabilir mi diye düşündüm ama bazen Afrika kabilelerinin danslarını izliyorum TV'de, onların hareketleri bile daha bir coşkulu/neşeli sanki ve onlar belki de bizimkilerden çok daha büyük dramalar yaşadılar/yaşıyorlar hayatlarında.

Aklıma bir tek coğrafi konum faktörü geliyor, yakın coğrafyamızda ki milletlerde de hüzünün örneklerini görmek mümkün, balkanlar olsun, Yunanistan olsun ya da doğu ve güneyimizde ki diğer komşularımız da olabilir. Sonra düşündüm, coğrafi olarak insanların psikolojisi üzerinde en fazla etkin olan rol güneşin rolü. Güneşi fazla göremeyen ülkelerde sanırım isanlar biraz daha depresif olabiliyor, çok fazla gören ülkeler de ise miskinlik ve bir yorgunluk görülebiliyor. Fakat ne var ki bir Brezilya örneğini düşündüğümüzde oldukça neşeli ve hareketli tavırları dikkat çekiyor, başta belirttiğim Afrika kabileleri de buna bir örnek olabilir mesela. Demek ki güneşin de etkisi değil bizi hüzüne yönlendiren.

Nedir acaba bizi melankoliye, hüzüne yönlendiren... Bilinçli bir tercih mi yoksa çeşitli yönlendirmeler sonucu doğal bir seçim mi kültürümüze bu kadar derinden işleyen hüzün?

26 Eylül 2007

Geri beslemeli online reklam oyunları

Chevron çok güzel bir site hazırlamış, kendi şehrinin elektriğini kendin üretiyorsun. Online oyun gibi (basit bir Simcity gibi düşünün) hazırlanan sistem de kullanıcılara eğer şehrin yönetiminde onlar olsaydı şehrin elektrik ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarını soruyorlar. Oynarken enerji üretim alternatifleri hakkında oldukça bilgi de edinebiliyorsunuz. (her enerji üretim çeşidinin çevreye, ekonomiye ve enerji ihtiyacını karşılamada ki etkisi gibi)

Ne var ki benim asıl değinmek istediğim nokta ayrı, bu oyunu oynadıktan sonra oyunun sonunda size hangi ülkeden olduğunuzu, çalıştığınız sektörü, cinsiyetinizi ve çalıştığınız alanı soruyorlar. Oyun sonunda sizin puanınızla diğer ülkelerden (diğer mesleklerden, sektörlerden ve cinsiyetten) kişilerin puanlarını ve enerji seçimlerini karşılaştırabiliyorsunuz.

Peki bu Chevron'un ne işine yarayacak? Sizin normalde 10 dakikanızı harcayacak cevaplayacağınız anket çalışmasını Chevron bu sayede çok az bir maaliyete, size hiç farkettirmeden ve sizi bilgilendirip sıkmadan yapmış oluyor. Yani sizin geri beslemenizi alıyor, farklı ülkelerde yaşayan kişilerin enerji ve çevre beklentilerini elde ediyor.

Bakalım bir taşla kaç kuş vurmuş Chevron;
  1. Reklamını yapıyor
  2. Anket çalışması yapıyor (hem de normalde kağıt üstünde bu kadar gerçekci ve güzel cevaplar alamayacağı bir anket çalışmasını çok ucuza malediyor)
  3. Kullanıcıları bilgilendiriyor (hem farklı enerji üretim alternatifleri ile hem de sonuçları kullanıcılarla paylaşarak farklı ülke ve sektörlerden kişilerin görüşleriyle karşılaştırmanızı sağlayarak)
  4. Kullanıcıları eğlendiriyor
  5. Benim bu blog yazısını yazmamı sağlayacak kadar iyi bir uygulama yapmış olmakla tekrar reklamını yaptırıyor :)
Peki şimdi benzer bir uygulamanın bir hazır giyim firması tarafından yapıldığını varsayalım, bir moda şovu tarzında bir oyun hazırlansa, tüm mevcut giysi modellerini oyuna dahil etseler, oyundaki mankenleri firmanın kendi koleksiyonlarından kıyafetlerle giydirseler kullanıcılar kendi zevklerine göre ve moda şovu sonunda puanlama yapılsa modayı takip ve kıyafetler arasındaki uyuma göre ve oyunun sonunda müşteri profilini ortaya çıkaracak çok kişisel olmayan sorular sorulsa; bu oyundan hazır giyim firmasının elde edeceği karlara bir bakalım;
  1. Marka reklamını yapıyor
  2. Tüm giysi modellerinin reklamını yapıyor, kullanıcılar beğendikleri giysileri direkt online olarak veya mağazalarından satın alabilirler
  3. Kullanıcıların en çok beğendiği modelleri istatiksel olarak görüyor
  4. Farklı müşteri profillerinin farklı beğenilerini keşfediyor
  5. Farklı profillerden kullanıcıların modayı ne kadar yakından takip ettiklerini keşfediyor
  6. Kullanıcıları eğlendiriyor
  7. Kullanıcıları yeni sezon malları hakkında bilgilendiriyor
  8. ve daha aklıma belki şu anda gelmeyen nicesi...
Şimdi medyada vereceğiniz bir reklamdan bu bilgilerin ne kadarını elde edebilirsiniz? Müşteri ile ne kadar etkileşime geçebilirsiniz? Bence yeni nesil reklamlarda amaç sadece mesajı müşterinin gözüne sokmak değil, müşteri ile etkileşime geçerek onunla bilgi alışverişine girerek geri beslemeli ve eğlendirici reklam kampanyaları hazırlamak olmalı. Potansiyel müşterilerden elde edeceğimiz geri besleme belki marka bilinirliğinden bile daha değerli olabilir firmalar için.

24 Eylül 2007

Sabit hatları aramak bedava!

Güncelleme: Artık Voipwise ile bedava arama yapamıyorsunuz ne yazık ki... Geçici güzel bir dönemdi :)

Bugün BlogGazetesi'ne bakarken okuduğum bir blog yazısında yeni bir VOIP yazılımı ile artık Türkiye ve dünya üzerindeki birçok ülkedeki sabit telefon hatlarını internet üzerinden bedavaya arayabildiğimiz yazıyordu. Hemen programı indirip kurdum ve gerçekten takır takır, gayet güzel ses kalitesiyle bedavaya konuştum. Birkaç tane sabit hattı denedim hepsine de çok güzel bağlandı, 3-4 dakika konuştum.

Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda tereddüt ettim açıkcası çünkü yaygınlaşınca servisi sömürenler, hiç telefonu kapatmayanlar olacağını biliyorum, e böyle olursa da servis iflas edebilir ya da kısıtlama getirir ama madem açık kaynağa gönül verdik, buyurun servisin bağlantısı. (Hem zaten bunu ben de bir başka blog yazısından öğrendim, yaymamak etik olmazdı, teşekkürler Mimarali.net)

Türk Telekom tarifelerini düşüre dursun yabancı bir firmanın gelip "bak bedava" demesini de gördük ya, o zaman güldür bizi Türk Telekom...



Bir iki güne "... mahkeme kararıyla erişimi engellenmiştir" diye bu servisin internet sitesi sansürlenirse şaşırmam bu arada.

21 Eylül 2007

Bloglardan ne çok insan tanımışım

Facebook'tan bloglardan tanıdığım bir çok yüz arkadaş listesine ekledi beni, arkadaşlarımın yarısı bloglardan ve türk blog yazarlarından sanırım, ne güzel birşey ya. Ben çok sosyal biri değilimdir ve insanlara fazla kolay ısınamam ama bloglarını okuduğun kişileri daha yakından tanıdığın için buradan çevre yapmak benim için çok daha rahat oluyor sanırım.

Yalnız şu facebook applicationlardan rahatsızım, her gün biri ısırıyor vampir, kurt adam ayağına ya da yeni bir application yükleyip o yayılıyor, onların e-postaları falan geliyor. Ben hepsini ignore ediyorum kusura bakmayın, sade tutmak istiyorum facebook'u, onun da myspace'e dönüşmesine içim elvermiyor.

Askerin olayım

Bu aralar askerliğe gitmek için kasıyorum, hiç aklına gelmez insanın bunun için bile mücadele vermesi gerektiği ama öyle bir durum oluştu. Askerlik tecilim aralığa kadardı ben de aralıkta giderim diyordum, tüm ayarlamaları buna göre yaptım askerlik şubesine gittim. Bana nisan ayında gidiyorsunuz dediler. Eh iptal ettireyim tecilimi aralıkta gideyim dedim, Ankara'dan halletmen gerek dediler. Yurtdışında okuduğum için tecilim Ankara'dan gelmiş, iptalinin de oradan gelmesi gerekiyormuş (Yaşasın bürokrasi!)

Neyse Ankara'dan uğraştık Milli Eğitim'den yazıyı alıp oradaki askerliğe ilettik. (Neden Milli Eğitim, neden YÖK değil o da ayrı mesele) Şimdi oradaki askerlik şubesindeki evrağın buradaki şubeme gelmesini bekliyoruz. Geçen gün Ankara şubesini aradım evrağımın durumunu sormak için;

-Soyadınız
-Ulaş
-Sadece Ulaş mı?
-Ulaş, Mert Ulaş (Bond, James Bond tribi)
-Şimdi Mert mi Ulaş mı?
-Adım Mert soyadım Ulaş
-Ama bana tersden söylüyorsunuz

Askerlik eğlenceli geçecek galiba...

19 Eylül 2007

Rubik küplü roller coaster olsun



Citroen'in başarılı bir reklam çalışması daha, izledikten sonra insan düşünüyor; (genelleme yapmayayım, belki bir tek ben düşünmüşümdür) böyle bir roller coaster olsa da binsek diye. Tabi arabalı yerine koltuklu versiyonu olsun ve sadece midesi kuvvetli olanları bindirsinler, kimse üstümüze kusmasın (aslında kusma olayları da ekstra bir adrenalin salgılatıyor ama gene de acaba yanımdaki tombik çocuk üstüme kusar mı, acaba öğle yemeğinde ne yemiştir gibi düşüncelerle boğuşmak hoş değil)

15 Eylül 2007

Prizden internet ve Deezer

Bizim evde mevcut bir kablosuz internet var ne var ki bahçe katında olduğu için üst katlara yetişmiyordu internet, zaten araya 1-2 duvar girdi mi kablosuz denen teknoloji yalan oluyor. Bu sorunu aşmak için kablosuz modemi evin çeşitli yerlerine taşıdım ama nereye koyarsam koyayım iki tarafta da düzgün çeken bir sistem elde edemiyordum. Sonra şu wireless repeaterlardan alıp onunla denedim ama inanmazsınız ne nazlı şeyler şu wireless işleri, yok repeater ile ana kablosuz modemin markaları aynı değil diye sorun çıkarıyor, bi çekiyor bi çekmiyor falan... Gene olmadı ve sorun çözümsüz kalmıştı taa ki bugüne kadar.

Efendim Philips adlı güzide markamız "oha bu kadar kolay olamaz" dedirten bir teknoloji ürünü sunuyor. Bu cihazlardan birine adsl modeminizden ethernet kablosu takıyorsunuz ve cihazı prizinize (evet elektrik prizinize) takıyorsunuz, sonra da diğer aleti evinizde ki herhangi bir elektrik prizine takıyorsunuz, istediğiniz odada ki... Bu yeni taktığınız cihazı da gene ethernet kablosuyla bilgisiyarınıza bağlıyorsunuz ve şak diye o bilgisayara internet geliyor. Kurulum yok bişey yok, evinizdeki tüm prizlerden internete bağlanabilirsiniz, ek cihazlar alarak bir sürü bilgisayarı bağlayabilirsiniz. Basit 2 parçalı seti Teknosa'lardan 60 milyona alabilirsiniz.

Efendim ikinci konuğumuz ise Deezer, bu deezer fransızların streaming müzikte ki son bombaları. (Musicovery, radioblogclub ve niceleri de fransızdı hatırlarsanız) Ben bloğa müzik nasıl konur yazıma yorum olarak biri "blogmusic" servisi de çok güzel falan yazmıştı ben de pek sallamamıştım, şimdi bu blogmusic servisi kapanıp deezer olarak müthiş geri dönüş yapmış valla, yorum yazan arkadaş blogmusic değil ama deezer servisi müthiş (tamam tamam neyse teşekkürler haberdar ettiğin için)

Şimdi bu deezer'da bi şarkıyı aratıyosunuz kendi arşivinden buluyor ve siz play'e bastığınız anda şarkının tamamını dinleyebiliyorsunuz anında. Peki aradığınız şarkı onların arşivinde yok mu? O zaman kendiniz bilgisayarınızdan yükleyebiliyorsunuz (bir yükleme sınırı da yok sanırım) Bitmedi, beğendiğiniz şarkıları bir playlist oluşturup servisin için de saklayabliyorsunuz. Hepinizin naaaays dediğini duyar gibiyim ama bitmedi, bir de bu playlistinizi (ya da isterseniz tek bir şarkıyı) bloğunuza koyabiliyorsunuz, hatta sırf sizler için 141 parçalık bir playlist hazırladım yan tarafta ki "aç kapa artema" menülerinden "Müzik-tavsiyelerimi dinle!" adlı kısımda sizlerle paylaştım. (aslında sevdiğim parçaları ofisten dinleyebilmek için kendime yaptım ama size yaradı gene)

Bu sefer bitti.

Not: Mert sen resimlerim, müziklerim, izlediklerim vs. kısmını neden kaldırdın ya da neden görünmüyor artık diyenler, onlar artık aç kapa artema oldu, başlıklarına tıklayın açılırlar.

13 Eylül 2007

Üreten tüketici ve enerji ihtiyacı






Slideshare servisini test etmek için iş yerinde yaptığım basit bir sunumu yayınlıyorum. Konu hakkında daha fazla bilgiyi yarım kalan Kişisel prototip üretimi yazımdan bulabilirsiniz.

12 Eylül 2007

Bir arkadaşı kaybetmek


Berkeley'de Coop'ta kalırken çok yakın bir arkadaşım vardı, Coop'a ilk taşındığında elinde koca bavullarla gelmişti onları odasına taşımasına yardım etmiştim. Güney Afrikalı çok nazik bir kızdı, sürekli güler yüzlü ve enerji doluydu. Onun oda arkadaşı Cordy ile üçümüz gerçekten yakındık. Kaldığım evde Amerika'lı olmayan fazla kişi olmadığı için onunla gerçekten iyi anlaşıyorduk. Partilerde genelde birlikte dolaşırdık, odamda ne zaman müziğin sesini açsam hemen gelirdi. Şimdi birlikte fotoğrafımızı arıyorum ama format atarken kaybolan fotoğraflar arasında onlar da vardı sanırım, bir tek bunu bulabildim geride, ben salakça odamda dans ederken arka planda o var, neredeyse hiç belli bile olmuyor gerçi...


Geçen gün facebook'ta dolaşırken "RIP Tumi" adlı grubu gördüm ve inanamadım. Gazetelere de çıkmış sanırım Amerika'da. Tumi tatilde annesinin yanına New York'a gittiğinde erkek arkadaşıyla ayrılmış ve bunu kaldıramayan erkek arkadaşı onu boğazlayarak öldürmüş, daha sonra kendi de bileklerini keserek intihar etmeye çalışmış ama polisler zamanında yakalamışlar. Tumi daha 20 yaşındaydı.

O kadar garip ki geçen sene bu zamanlarda birlikte gülüp konuştuğum o güler yüzlü kız artık yok. İlk defa yaşıtım sayılabilecek bir arkadaşımı kaybediyorum, yaşamın adaleti pek yok ne yazık ki... Huzur içinde yat Tumi...

4 Eylül 2007

Hepimiz sarışın mavi gözlüyüz

Bizim kültürümüzde ne kadar eziklik varmış, ne kadar özentilik varmış bunu televizyon sayesinde öğrendik. Televizyonda izlediğim 10 reklamdan 8'inde oyuncular mavi veya yeşil gözlü, Turkcell reklamlarında sarışın mavi gözlü çocuklar (hepsi ama bir iki değil), türk dizilerinde asıl oğlan/kadın ikilisinden biri mutlaka mavi gözlü vs... Bu reklam ve programları görüp hiç halkın arasına karışmadan büyüseniz sanırsınız ki türklerin çoğunluğu sarışın mavi gözlü.

İspanyolu, italyanı kendi özgün kimliklerini, kara kaşından kara gözünden utanmadan sıcak kanlılığını öne çıkararak kendi stilleriyle reklamlarını tanıtımlarını yaparken bizler sarı saç boyası ve mavi lenslerin arkasına saklanıyoruz sanki.

Doğan görünümlü şahin gibi olalım yeter bize zaten, sarışın mavi modern beyaz avrupalı modeline "şeklen" benzeyelim, teknolojisiydi gelişmişliğiydi önemli değil. Televizyoncularımız kararlı valla, bir gün hepimizi sarışın mavi gözlü yapacaklar.

23 Ağustos 2007

5 saniyelik yaşam molası

Bugün işten erken çıkıp türk blog yazarlarını tanıtmak ve bloglar hakkında konuşmak amacıyla konuk olarak TRT Radyo programına gidiyordum. Haliç köprüsüne yaklaşırken trafik vardı, bir araç kaza yapmıştı sanırım, küçük ticari araçlardan biriydi, tam köprü üzerinde sol şeritte duruyordu araç, önü ezilmiş ve camı çatlamış olarak. Az ilerisinde ise yerde üstü gazete kağıdı örtülü orta yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir adam yatıyordu, gazete kağıtları kanı örtmeye yetmemişti bu sefer.

Daha trafikte ben kaza yerine yaklaşmakta iken karşı yönde gelen trafikte bir araç durmuştu, eli kameralı bir adam koşarak kaza yerine yaklaştı ve kamerasını kurmaya başladı. Ben tam kaza yerinden geçerken çekime başlamıştı. Olay yerinde 3 polis vardı, biri telefon ediyor diğer ikisi ise sadece kaza yerini meraklı bakışlarla izleyen araçlara elleriyle duraksama yapmadan geçin anlamında el işaretleri yapıyorlardı. Pek işe yaradığı söylenemezdi, hiç kimse 5 saniyelik yaşam molasını kaçırmak istemiyordu. Ölümü görmek istiyordu herkes, belki acımak istiyorlardı, belki farklı birşeylere tanık olmak istiyorlardı ve en önemlisi belki de hissetmek istiyorlardı.

Sonra ise trafik olabildiğine açıktı, 5 saniyelik yaşam molasının ardından bütün sürücülerin tek avuntusu E5'in açık yollarıydı.

Eve döndüğümde televizyonda serinlemek için nehire giren bir ayının sopa ve taşlarla dövülerek öldürülüşünü izledim. Yaşam çok garipleşti, sanki öyle bir hale geldi ki bazılarının yaşadığını hissedebilmesi için bazılarının ölmesi gerekiyor.

9 Ağustos 2007

Lab. anıları

Ben ve lab.da ki deney setimiz, ben ona çift biraver ismini koydum. Birlikte güzel ölçümler yaptık, ucuna motorlar-pervaneler takıp döndürüşünü izledim duygulanıp. En verimli çalışma gerilimini, akımını bulduk, saniyede ne kadar hidrojen alması en ideali onu hesapladık. Bunu şöyle düşünün, biri sizin yerinize size en yakışacak kıyafet budur, sen en rahat bunda hareket edersin, senin poponu en güzel bu gösterir diyerek sizin yerinize bu kıyafetleri alıyor. İşte ben de bunun benzeri şeyler hesapladım sırf yakıt pilim için :)

Bu yoklukta bile onu herşeyin en güzeli, en safıyla besledim... (Kola şişesi içinde saf su tutmak tam türk işi ama türklerin plastik kola şişelerine karşı bir zaafı var bence, her iş için onları kullanmak istiyoruz nedense)

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim, deney raporu yazmak sıkıcıdır, hatta öyle sıkıcıdır ki bundan kaçınmak için günlüğüne böyle şeyler yazdırır insana. Herşeye rağmen seni seviyorum çift biraverim, hidrojenin hiç eksin olmasın...

Yeniden "günlük"

Neden yazmaya elim gitmediğini düşündüm bir süre, sonra son yazdıklarıma baktım... Burası bir günlükten öte bir internet sitesine dönüşmeye başladığını farkettim, bilgilendirici yazılar, fikir yazıları, duyurular... Bu günlüğe ilk yazmaya başladığımda çok daha içseldi sanırım, tekrar öyle olmasını istiyorum çünkü bu hali hoşuma gitmiyor. İleride dönüp okuduğumda duyurular, bilgi yazıları görmek istemiyorum kendimi tanımak istiyorum... Günlükler içsel olmalı, anlık duygular olmalı. Sanırım ben blog değil günlük yazmak istiyorum. Bence insanın günlüğünü internette yazması "ben kendimden kaçmıyorum" demenin dünyaya haykırış yolu. Yeniden başlayalım o zaman;

Geçen gün saçlarımı kestirdim çok kısa, ben beğendim, biraz daha sert gösterdi sanırım yüz hatlarımı, ufak bir değişiklikle çok farklı görünebilmem bazen beni bile şaşırtıyor, bu yaşımda bile. Çoğu fotoğrafta farklı farklı çıkarım zaten.

Yeni işimde çalışmaya başladıktan beri dünyaya pek optimistik bakamıyorum, iş yerinde bir sorun olduğundan değil de dünyanın gidişatı münasebetiyle. Çok yakın olan küresel enerji krizi ve buna karşı "yapılmayanlar" midemi bulandırıyor. Nasıl bir his veriyor biliyor musun, sanki herkes bu dünyanın boka gittiğini anlamış ama bana ne ben anca yaşlılığımda görürüm o yüzden günümü yaşayayım, çocuklarım düşünsün diyor. Çocukları bunları diyenlerden daha da fazla tüketim içine batmış durumda. Tüketim sadece maddi olsa gene tutunacak bişeyler olurdu. Tüketim kültürü tam gaz giderken geçen gün bir çok reklamda adı geçen "anı yaşa" sloganının nasıl da tüketim kültürüne uydurduklarını düşündüm... İnanılmaz bir şey, Carpe Diem sözünün vurdumduymaz tüketim kültürünün en büyük sloganı olacağı kimin aklına gelirdi. Anı yaşayalım tabi ya, yarının boka gireceğini garantiledik ne de olsa, yaşasın lale devri. Neden bu kadar pesimist olduğumu belki yazarım detaylı olarak enerji sektörünü inceleyerek.

Televizyonda haber veriyorlardı, NASA'dan alınan son bilgilere göre Türkiye 40 yıl sonra çöl olacakmış. Haber NASA'dan gelince şok, TEMA sen yırtın canım daha, haberin amerikadan gelmezse bir değeri yok. Bence TEMA Vakfı Türkiye'de şubelerini kapatsın amerikada cafcaflı farklı bir adla faliyetine devam etsin, oradan Türkiye'ye uyarılarda bulunsun, vatana çok daha faydalı olur oradan.

Çok zorlanıyorum sabahları işe gitmek için uyanmakta. Hayal kurmayı özlemişim bir de bunu düşündüm geçenlerde. Geçmiş hep daha güzel gelir ya insana, en çok hayal kurduğum günleri düşündüm. Sanırım Orta 2'ye gittiğim yıllardı, muhteşemdi. Kendi kendime yetebiliyordum, ne kadar önemliymiş meğer bu. Bir de orta 1'den sonra arkadaşımla Oxford'da bir dil okuluna gitmiştik, çok güzeldi. O zamanlarda insanları ve dünyayı fazla tanımadığı için insan çok güzel hayaller kurabiliyor, geleceğe çok güzel bakabiliyor. Bir de şunu farkettim eğer geleceğe olumlu bakamıyorsam hiçbirşey yapasım gelmiyor. Bence dünyada çoğu insanda görülen depresyonun en büyük sebebi bu, kendi iç dünyaları falan değil, dünyanın onlara verdiği sinyaller. Ha sonra bu sinyallere uyup madem öyle ben de ona ayak uydururum deyip salak saçma işler yapma yolunu seçiyorlar ve psikolojileri iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor o ayrı.

Bana umut veren şarkılar var bir de, bunları arşivden ayıklayıp bir cd ye kaydetmeli. Günün bazı saatlerinde çok mutlu oluyorum neden bilmiyorum sanırım tüm gün mutluluk hormonlarım bir yerlere sıkışıp o an boşalıyorlar. O anlar arabamda sevdiğim şarkıyı dinlerken ve boş yolda giderken olursa çok şahane oluyor. Bir de en çok gece arabayla tünellerden geçmeyi seviyorum, tünelin içinde sarı bir ışık olacak, penceren açıksa bııızzıııp bııııızıııp bıııızzııııp diye tünelde ilerledikçe yandaki kolonlardan çıkan sesi dinlersin, çok hızlı gitmezsin hatta mümkünse 70 km. en ideal hız, bir de yol boş olacak yan 2 şeritte sana ait olacak ama önünde az ileride bir araba daha olabilir, o araba yalnızlık hissini alıyor o yüzden güzel bir tad katıyor o ana. İnsan hiç bitmesin istiyor o tünel öyle anlarda, bence taksi şöförleri bile mutlu oluyorlar o tünellerden geçerken, hani tüm gün stresli araba kullanıyorlar suratlar beş karış ya, tünele girdiklerinde araba kullanışlarından bile sakinleştikleri belli oluyor bence, onlar da kendilerini özel hissediyor bence orada. Hani normalde küsmüşüz ama o tünelde tüm diğer sürücülerle barışıyormuş gibi oluyor taksi şöförleri. Herkes geleceğe bakıyor tünellerde bence, hem de umutla :)

2 Ağustos 2007

Bloglar gelişiyor

  • Öncelikle 11 Ağustos'ta Türk Blog Yazarları 2.buluşması düzenleniyor, bu sefer wifi internet bağlantısı, çeşitli sunumlar yer alacak ve bunun dışında buluşma internetten canlı olarak yayınlanacak. Detayları burada.
  • Sadece bloglar için Bloglama.com bünyesinde blog yazanlar tarafından bir reklam şebekesi kuruldu, ben de destek vermek için ilk defa reklam alıcam günlüğüme ama bannerlar için bir yer ayarlamak gerek önce sitemde.
  • Blograzzi yenilenmiş, kullanıcı yüzü daha güzel olmuş bence umarım daha da gelişir zamanla.


Blog yazarlarının çabalarıyla yavaş yavaş güzel çalışmaların oluştuğunu görmek çok güzel. Umarım zamanla büyüyerek artacaktır bu gelişmeler.

24 Temmuz 2007

sosyal virüs

MSN'lere bulaşan bir virüs çıkmış ortaya, arkadaş listenize link gönderip onların da hesaplarını ele geçiriyor ve yayılıyormuş... Bu gece bi kaç kişide denk geldim salgın gibi.

Kıssadan hisse: Linux kullanın :)

22 Temmuz 2007

Uzun zaman oldu

Uzun bir süredir yazamıyordum o yüzden özet geçeceğim,
  • Birleşmiş Milletler Hidrojen Enerjisi Teknolojileri merkezinde işe girdim, Aralık ayına kadar çalışacağım.
  • Neden Aralık derseniz, çünkü Aralık'ta yaylalar yaylalar derim
  • Keyfim yerinde sanırım bu aralar
  • Şu Backwoods denilen purolara sarmıştım bu aralar sigara içmeyeceğim diye, şimdi onu da kesmeye çalışıyorum zira feci ağız kokusu yapıyor
  • 1 aylığına spor salonuna kayıt olmuştum, ilk gün gittim bir daha da uğramadım. Hem önemli olan katılmaktı zaten. Evde kendi çapımda şnavf mekik yapıyoruz bişeyler...
  • En yakın arkadaşım Evren evlendi, çok güzel bir düğündü, ben de düğün için slayt gösterisi hazırladım ama şimdi bağlantım yavaş olduğu için yükleyip gösteremem. Kendisi şu anda balayında sanırım sıcak kumlardan serin sulara atlıyor ve başka bir sürü şey daha yapıyordur, ne güzel...
  • Yarın da kuzenim Çınar evleniyor, Rus gelin geliyor
  • Babamın kuzeni erkek çocuğu bekliyor, bu haber üstümdeki ağır bir yükten kurtardı beni zira artık Ulaş soyadını taşıyan tek genç erkek ben olmayacağım, gerçi zaten soyadı Ulaş olan bir sürü insan var bizim aileden olmayan, hatta dört ayaklı olanlarımız bile mevcut, bakınız.
  • Yorumlara cevap yazmıyor, yazıların devamı ikinci bölüme deyip ikinci bölümleri yazmıyorum, 2 haftada bir yazı giriyorum... Sanırım kötü bir blogger oldum, karanlık tarafa bile geçiyor olabilirim...
Şimdilik bu kadar, diğer gelişmeleri yazımın ikinci bölümünde anlatıcam (yerseniz)

12 Temmuz 2007

Türk Blog Yazarları Buluşması



Bu güzel video için Gökçen'e çok teşekkür ederiz, gerçekten çok profesyonel bir video olmuş ve Gökçen videoblog hazırlama konusunda ki ustalığını göstermiş. Türk Blog Yazarları buluşmasına katılanlar bu videoyu kendi bloglarına koyabilirlerse video daha çok kişiye ulaşabilir :)

Not: bu arada bu video daha ilk bölümü, 3 bölüm daha var, devamı gelecek :)

9 Temmuz 2007

Türk Blog Yazarları Buluşması

7 Temmuz Cumartesi günü (hayır 07.07.2007 diye özellikle seçmedik o tarihi) Türk Blog Yazarları'nın ilk buluşması Taksim Me Gusta restoranında gerçekleştirildi. Oldukça güzel ve hoş muhabbetli bir buluşmaydı, her ay tekrarlanması düşünülüyor. Toplam 131 fotoğraf çekilmiş. Yakında tanıtım videomuz da hazır olur sanırım.

Bunun dışında sanki dövecekmişim gibi baktığım bir fotoğrafım çekilmiş ki evlere şenlik, kimseyi korkutmamak için burada yayınlamıyorum :)

6 Temmuz 2007

Web 2.0'ın gitmesi gereken yeni yol

Aklımda olan bir konuydu, Pinguar da benzer bir yazı yazınca tamam dedim, bu sefer oldukça kısa tutmaya çalışacağım. (kısa tutamadım ama gene uzadı kusura bakmayın kısa yazı severler)

Pınar günlüğünde artık Web 2.0 servislerinin birleşme ve diğer servislerle entegrasyonu ile yükselebileceğinden bahsetmiş. Oldukça haklı, artık o kadar çok servis var ki her serviste bir üyelik açsak bile her servise verdiğimiz bilgileri güncel tutmamız oldukça zor oluyor.

İşte bu sebeple yeni kurulan servisler ya Last.fm gibi bizden bilgiyi otomatik olarak çekecek ya da (sonsuza dek susacak haha yok canım) diğer servisler ile entegre olması gerekecek çünkü artık son kullanıcılar sürekli benzer servisler arasında bir tercih yapmaktan, sürekli yeni hesap açıp profil doldurmaktan sıkılmaya başladılar. Peki iş dünyasında birleşmeler kolay olur mu? Bizim sağ partiler ne kadar kolay birleşiyorsa bu servisler de o kadar birleşir bence (facebook ile myspace'in birleştiğini düşünsenize, ya da yahoo ile google'ın... olmaz tabii ki)

Kirli bir benzetme yapmak gerekirse, sizin internette girdiğiniz her bilgiye çöp diyelim (mutlaka hepsi çok değerlidir ama dedim ya kirli bir benzetme). Şimdi siz evinizden çöpü çıkartıyosunuz, çöpün bir kısmını facebook'a, diğer kısmını ekşisözlüğe, bir diğer kısmını sosyomata, yok bir başka kısmını kendi bloğunuza, bir başka kısmını twittera, bir diğerini flickera, youtube'a, deviantart'a götürüp bırakıyorsunuz diyelim. Ölme eşşeğim ölme. Peki evinizde ne yapıyorsunuz çöpü kapınıza bırakıyorsunuz, çöp kamyonları çöpünüzü topluyor ve gerekli yere bırakıyor, hatta gelişmiş bir ülkede yaşıyorsanız çöp arabasına girmeden önce o çöpler ayrıştırılıyor, türlerine göre ayrı merkezlere gönderilip yeniden kullanılabilir hale falan getiriliyor. (Istanbul'da eskiden hepsi Haliç'e giderdi, şimdi ise hepsi bilmediğimiz patlamaya hazır gecekondu mahallelerine gidiyor)

İşte sizin çöpünüz (yani bilgileriniz) neden böyle işlenmiyor? Mesela ben San Jose'den İstanbul'a taşındığımda bütün bu servislerdeki profil bilgilerimi teker teker İstanbul diye değiştirmem gerekti. Ölme eşşeğim dur daha ölme. Şimdi hayal kuralım, ben mesela sadece blog profilimde ki hakkımda kısmında yaşadığınız yer kısmına İstanbul yazdığımda otomatik olarak tüm bu servislerde ki bilgilerim güncellenseydi nasıl ollurdu? Biraz daha abartalım ben bloğumda bir yerde diyorum ki ey ahali ben İstanbul'a dönüyorum diyorum, yazının sonunda da okuyucuya gözükmeyecek bir kod giriyorum. Bu kod otomatik olarak bütün bu servislerin lokasyon kısmı ile haberleşiyor, tıpkı bir RSS beslemesi gibi ve hepsini İstanbul olarak güncelliyor. Ya da ben günlüğüme bir fotoğraf yüklediğimde gene son okuyucuya görünmeyen bir kod yerleştiriyorum ve o yazımda yüklediğim tüm fotoğaflar flickr ve üyesi olduğum diğer benzeri fotoğraf paylaşma sitelerinde yayınlanıyor. Kısaca merkezi bir blog, bir bilgi dağıtım sistemi görevi görecek yani bloğunuz evinizin önü olacak, diğer servisler ihtiyaç duydukları datayı gelip kendileri çekecekler anlatmaya çalıştığım mantık bu.

Bu mantığın şu anki sistem için kötü yanları da var tabi, mesela bu diğer servisler merkezi sistemin bir blog olmasını kendilerine yediremezler, yedirememekten öte istemezler çünkü sayfa gösterim sayıları düşebilir ve bunun sonucunda reklam gelirleri düşer. İşte asıl saçmalık burada başlıyor çünkü bu servisler hala reklamdan para kazanıyor, tamam güzel kazan ama artık senin kazanacağın asıl para geliri reklamdan değil, işlenmiş bilgiden olmalı güzel servisler. Last Fm sizce nasıl para kazanıyor? Ben hiç reklam görmüyorum ya siz? Şu kadar üyenin bu hafta en çok dinlediği şarkı şudur diyebiliyor ve bu ve benzeri bilgilere güzel paralar ödeyecek plak şirketleri var.

Web 2 diyoruz ama para kazanma mantığı hala aynı, hala reklamlar, bannerlar... Asıl satılacak olan işlenmiş bilgidir, istatistiklerdir halbuki... Bakalım bu ne zaman farkedilecek.

Bu merkezileşmiş yayıncılığın teknik kısmı ve teknolojisine bakarsak, yazılım şirketlerinin açık API destekleri oldukça güzel ama hala kullanılabilirlik olarak sıradan bir internet kullanıcısına hitab etmiyor, gözünü korkutuyor. RSS formatı çok ilkel kalıyor artık, RSS öyle olmalı ki ben bloğumda arka plan rengini değiştirsem bile bunu haber vermeli yani dizaynsal değişiklikler de RSS'in bir parçası olabilir, RSS beslemesi kendi içinde bölümlendirilmeli, mesela benim her kategorimin kendi rss feedi var bir de genel bir RSS feedim var, tamam ama işte keşke bu genel RSS feedim kendi içinde kategorilere ayrılabilseydi her kategori için apayrı bir adres vericeklerine. Sonra RSS hala tek yönlü, yani birisi benden bilgi çekiyor ama benim haberim yok hiçbir geri besleme alamıyorum, başka başka... RSS tek yönlü demiştim ya, çift yönlü olduğunda işte artık bilgiyi derlemeye başlayabilir. Bir de standardizasyon şart, bütün bu yeni internet servislerinin profillerinde sorduğu sorular spesifik neredeyse birbirinin aynı, işte bunlar bir standarda sokulup birbirleriyle heberleşebilse ve içlerinden bir tanesi üst yetkili ilan edilebilse (örneğin blogdaki) o zaman o üst yetkilideki bütün değişiklikler diğerlerine de iletilebilir ve diğerleri de ana yetkiliye göre güncellenir. Böylelikle aynı bilgiyi tekrar tekrar girmemize gerek kalmaz. Son olarak RSS'lerin işlenmesi konusu, ben bir RSS gönderiyorum tüm dünyaya ama bu RSS içindeki sadece son yazının belli bir yere iletilmesini istiyorum diyelim. Mesela ben burada çalıştığım şirket ile ilgili bir şeyden bahsediyorum bloğumda ve bunun şirketin veritabanına da girmesini istiyorum, şirketin veritabanı RSS beslememe üye olacak ve içinden sadece bu yazıyı çekip almayı bilecek. Bu nasıl olacak? Yazı içinde (görünmeyen) belli bir kod girdiğimde şirketin veriabanı "aha bunu benim için yazmış alayım şunu" diyebilmeli. Neyse şimdilik bu kadar kafa patlatmak yeter, işe geri dönmeliyim.

Eğer bu yazıda ki çoğu şeyi anlamadıysanız telaşlanmayın, çocuklarınızın daha zeki ve stressiz bir internet kullanabilmeleri için kafa yorup fikir ürettiğimizi bilin yeter :)

26, 76 ve 6'nın tuhaf birleşimi

Bu gece uyuyamıyorum, uzun süredir kişisel yazılar yazmadığımı farkettim. Biliyorum yorumlara cevap vermem gerekiyor ama hiç içimden gelmiyor, sadece daha çok yazmak istiyorum. Doğaçlama birşeyler yazmayı deneyeceğim şimdi belki sonunda bir tamamlanma hissedip uyuyabilirim.

sonları seviyorum, sonun gerçek bir son olmamasını bile sevebilirim
başlangıçları da sevebilirim, ama işte arada ki bölüm olmasa da olur diyorum

garip olan ise o aradaki bölümde küçük detaylar için yaşanan onca kargaşa
uzak durduğunda zaman çarpıyor, yakın durduğunda çirkinlikler

hep basit bir hayat ararken basit diye birşeyin olmadığını öğrenmek mesela
o da çok çarpıyor
sonra en ufak birşey için verilmesi gereken büyük mücadeleler
o an demek ki ufak birşey değilmiş diyorsun
belli bir zaman geçtikten sonra da
aslında gerçekten de ufak birşey olduğunu tekrardan görüyorsun
işte sanırım benim asıl sorunum orada başlıyor
belki de normalden biraz daha fazla düşünen herkesin sorunu

şu anı yaşarken bile sanki gelecekten geçmişe doğru bakıyormuşum gibi yaşıyorum
hani küçükken size kocaman gelen bir oda büyüdüğünüzde size ufacık gelir ya
şaşırırsınız bu odayı gözümde ne kadar büyütmüşüm o yaşımda diye
işte o bana nedense hiç olmuyor, benim için o oda hep ufaktı
Sanki 26 yaşında bir bedene, 76 yaşında bir beyine ve 6 yaşında ki duygulara sahibim...

Hayat ne tuhaf, vapurlar felan...

5 Temmuz 2007

1440$ ve bu kadar büyük ilgi ne için

İşte bunun için.

Devir gösteriş yapanların devri, devir modaya uyanların devri, devir sadece en popüleri tüketmeyi sevenlerin devri. Mantıklı düşünebilenlerin değil.

30 Haziran 2007

Last FM neler oluyor?

Demin ki yaziyi yazdiktan sonra bir baktim benim sayfamda ki last fm eklentisinde son dinlediklerim kisminda Serdar Ortac, Kirac, Ali Kocatepe dinlemisim gibi gozukuyor. Yok boyle birsey Last FM neler oluyor sana, ben o sarkicilarin hicbirini dinlemem, mp3lerini de barindirmam. Last FM hesabim mi hacklendi dedim ama oyle birsey de gozukmuyor, sifremi degistirdim simdi. Cok ilginc gercekten umarim Last FM veritabanlarinda bir sorun olusmamistir. Last FM karizmam dagildi bir anda :)

Napalim Serdar Ortac'dan Hayret Uzuldun mu sarkisi sizler icin gelsin o halde... Uzuldum valla Serdar, seni Last FM listemde gormeyi hic beklemiyordum.

Bodrum

Birkac gunlugune Bodrum'a gittim, burada inanilmaz yavas bir telefon cevirmeli internet baglantim oldugu icin pazartesi gunu dondugumde e-posta ve yorumlara cevap yazabilecegim. Pazartesi gorusmek uzere :)

27 Haziran 2007

Blog müzik ekleme - 1

Çoğu blog yazarı bloğumuza nasıl müzik ekleriz diye bana danışınca bu açıklayıcı yazıyı yazmaya karar verdim.

İlk önce bu yazıda blog sayfanızda yazı içinde nasıl müzik ekleyebileceğinizi göstereceğim.

Kullanabileceğiniz iki servis var, birincisi Radioblogclub adlı servis, bu serviste yabancı çoğu müzik parçasını hazır olarak bulabilirsiniz yani kendi bilgisayarınızdan yüklemenize gerek kalmaz. Bu sebeple ilk olarak bu servisi kontrol edin müzik koymak istediğinizde. Üstelik bu servisi kullanmanız için üye olmanız da gerekmiyor.

Öncelikle http://www.radioblogclub.com adresine gidin. Bu ekrandan koymak istediğiniz şarkı veya grubun adını girip ara (Search) düğmesine tıklayın.

Ben bu örnekte Coldplay adlı grubu arattım.

Arama sonuç sayfası size Coldplay adlı grubun sistemde yüklü tüm şarkılarını listeler, diyelim ki siz Scientist adlı şarkısını bloğunuza koymak istiyorsunuz, o zaman bu şarkının adının yanında bulunan mavi düğmeye tıklayalım.




Siz mavi düğmeye tıkladığınız anda sayfa yeniden yüklenmeden ekranın sağ tarafında ihtiyacınız olan kod bölmesi belirecektir. Buradan 1 no.lu işaretlediğim bölümden şarkıçaların renklerini değiştirebiliriz (öntanımlı olarak gri renkte). 2 no.lu kısımdan da kodumuzun tamamını seçip sağ klik ile kopyalamalıyız.

Kopyaladığımız kodu bloğumuza yerleştirmek için Blogger'da Gönderi oluştur bölümünde, sağ üst köşede bulunan html düzenle sekmesine tıklıyoruz




Bu kısımda kodumuzu uygun gördüğümüz yere yapıştırarak işlemimizi tamamlıyoruz. Yazınızı tamamladıktan sonra yazıyı yayınla demeyi unutmayın :) Ben örnek olarak buraya Coldplay'in Scientist adlı şarkısını yerleştirdim.




Eğer bu şarkı bloğunuz her açılışta görünsün, sadece yazıya gömülü değil bloğun anasayfasına gömülü olsun istiyorsanız Blogger'da üst menüden şablon kısmına tıklayın ve yan menüden eklemek istediğiniz bölümde "Sayfa öğesi ekle" bağlantısına tıklayın.

Karşınıza çıkacak pencerede "HTML/Javascript" seçeneğini seçin ve Bloğa ekle bağlantısına tıklayın.

Açılan pencerede başlık olarak "sevdiğim müzikler" tarzı bir yazı girebilirsiniz, içerik kısmına ise gene RadioblogClub'dan kopyaladığınız kodu girin. Değişiklikleri kaydet dedikten sonra şarkınız bloğunuzda koyduğunuz bölümde yayınlanacaktır.

Peki ya aradığınız şarkı RadioblogClub sisteminde yoksa? Onu da bu yazının ikinci bölümünde anlatırım :)