30 Ağustos 2005


Bu gomlek digerlerinden daha kisa olmasiyla dikkatimi cekmisti, 14 yasinda bir cocuga aitmis, 8 aylik hamile bir kadinin da gomlegi sergileniyordu. Genelde linc edilme sebebi afro-amerikalilarin beyaz bir kadini taciz etmesiymis, once hapise atilan kisi daha sonra coskulu halk tarafindan hapisten cikarilip asiliyor, sonra fotograflaniyormus. Coguna asilmadan once iskence de uygulaniyormus.

Burada da linc edilen kisilerin saclari, disleri, dugmeleri vs sergileniyor. Bu kadar cok gomlegin ve esyanin bulunabilmesinin sebebi ise o donemlerde linc edilme bir merasim gibiymis, insanlar linc ettikleri kisilerin esyalarini saklarmis hatira olarak. Anneler ilkokula giden cocuklari linc gosterisini kacirmasin diye okula 'lutfen cocugumu bugun linc gosterisini izleyebilmesi icin ozurlu sayin' diye not yazarlarmis, linc edildikten sonra bu insanlarin yaninda fotograf cektirmek icin kuyruk olustururmus insanlar daha sonra bu fotograflari kartpostal olarak sevdiklerine onemli gunlerde gonderirlermis.

Gomleklerin cogunda kan lekesi vardi, kimileri yanmisti kismen, normalde vahsetini anlamadiginiz bir olayin yakindan bakip o gomlege dokunabildiginizde gercekligini hissedebiliyorsunuz, gomleklerin altinda ait olduklari insanlarin adlari yaziyor.

Dun kutuphaneden Zeren'le dolasirken 2. katta bir suru kirli gomlek gorduk, bir sergiymis bu, Amerikadaki Linc edilme hakkinda bir sergi. 1800lerden 1968e dek linc edilen insanlarin (cogunlugu afrika-amerikan kokenli) linc sirasinda giydikleri gomlekler, kisisel esyalari, tirnak, sac ve disleri sergileniyordu.

Kacirdiklarim

Istanbul'da olsam kacirmayacagim iki organizasyon vardi

Birincisi Formula G yarisi

Ikincisi ise tabi ki Rock'n Coke...

28 Ağustos 2005

2 hafta onceki mangal partisinden bir video

Proje

Cuma gunu proje dersi vardi, danismanimiz bir hafta icinde piyasadan projemize sponsor bir firma ve universiteden bir ogretim uyesini bulmamizi istiyor tez komitesini olusturmak icin, herseyi kendimiz bulucaz, 1 hafta icinde, tam macera.
Dertli dertli dusunuyorum hangi firmaya cat kapi gitsem, ne desem diye. Neyse bu klip ve sarkiyi dinliyorum son gunlerde, yeni gruplar, sarkilar bulmam lazim.

Blogger'in yeni hizmetleri ve video blogging

Blogger benim buyuk olcude rahatsiz oldugum comment spamleri icin word verification cozumunu sunmus, settings kisminda comments bolumunden aktive edebilirsiniz. Ikinci yenilikleri Word'e bir bar ekliyor boylelikle Word'de yazdiginiz herhangi bir dosyayi tek klik ile sitenize upload edebilirsiniz. Ne yazik ki henuz resimler ve tablolar desteklenmiyor wordde yazdiginiz. Ben zaten w.bloggar diye bir program kullaniyordum ama Word de guzel olmus. Video blogging hizmetini ise yardimci 2 servis sayesinde yapabilirsiniz, bunlardan biri YouTube digeri ise Vimeo. Ben sahsen Vimeo'yu tercih ettimn (artik youtube'u tercih ediyorum tecrube edinince), vimeonun tek kotu yani haftada 8 mblik kotaniz var, Youtube'da herhangi bir kota sinirlamasi gormedim ne var ki yukledikten sonra verificationi bekliyorsunuz uzun bir sure ve bu beni caydirdi o yuzden, birde videolarin uzerine seffaf kendi adini koyuyor yanilmiyorsam reklam olarak, o da hos degil pek rahatsiz etmese de. (not: verification beklerken videoyu genede goruntulebiliyorsunuz, yani bir sorun olmuyormus) Ikinci ekliyecegim sey ise Vimeo da videoyu yuklediginizde bloga, siz playe basmadan yuklemeye basliyor, buda siteyi inanilmaz yavaslatiyor, youtube oyle degil sadece baslangicta preview koyuyor, sonuc olarak son tercihim hicbir kota sinirlamasi da koymayan youtubedan yana, tek rahatsiz edici kismi banneri ama o kadar da sorun degil boyle bir hizmete karsilik. Iki sistemde parasiz. Sistemlerden begendiginiz birine uye olun daha sonra upload videos kismindan upload edin videonuzu ve daha sonra share video kisminda size verilen kodu blogunuza koyun ayni link gibi, oldukca zahmetsiz bir is.

Video blogging

27 Ağustos 2005

Ziplayan dusunceler

Dun dersteyken hoca NIH (not invented here) IKI (I know it) DMWL (do more with less) kavramlarindan bahsetti. Ben de bu sirada amerikalarin bu kisaltmalari ne kadar cok sevdiklerini dusunuyordum, bense aksine birseyi kisalttigimda onun anlamindan uzaklastigini dusunurum ama sanirim amerikalilar fast, faster, fastest kavramiyla ilerledikleri icin anlam kaybolmasi onlar icin pek onemli degil.

Not invented here ve I know it kavramlari kisaca bu is ya da urun burada yapilmamis ben bundan anlamam kendi bildigimi yaparim ve ben herseyin iyisini bilirim, ben bu isi zaten adim gibi biliyorum demek. Bunlardan olabildigince kacmamiz isteniyor. Dusununce bunu zaten ben kendi deneyimlerimden ogrenmistim ya da bir sekilde kulturel olarak ya da cevremden bana aktarilmisti bu, yani yazili olarak kural gibi gormemistim hic bunlari. Burada ise sanirim herseyin kuralsallastirilmasi gerekiyor, surekli yazili bir formul uzerinde calisiliyor gibi, sanki bazi kulturel degerler formullerle yaratilmaya calisiliyor gibi... Cok daldan dala atliyorum zaten bu yuzden baslik ziplayan dusunceler ama seviyorum bu tarz beyin jimnastigini. Daha sonra turklerin ne kadar gec yazili kulture gectigini dusundum, belki bundan kaynaklanan bir farkdir dedim kendime, sonra tam olarak yazili kulture gecis surecimiz tamamlanmadan globallesiyoruz, yazilmayanlar unutulacak, kulturel bi kayip yasanacak diye dusundum. Internetin tamamiyle yazili bir kultur oldugunu dusundum ve hayati ne kadar degistiecegini gelecekte. Sonra yazdigim blog aklima geldi, garip hissettim, ileride cocuklarimin benim gencligimi okuyacaklarini, gencken ki dusuncelerimi hic bozulmadan okuyabileceklerini dusundum, benim kendi babamin gencligi hakkinda bildiklerimi dusundum. Blog yazmanin onemini dusundum, neden yazdigimi dusundum: kendi gelisimimi incelemem, aklima gelen fikirleri zamanla unutmamak icin, insanlara kendimi yalnizca bir web sitesi adresi ile tanitmanin kolayligini dusundum, seffafliga yaklasimi dusundum. Sonra ishe alimlarda cv de artik blog adresi gibi bir kisim eklenebilir diye dusundum basvuru formlarina.

Cok duzenli ve okumasi kolay bir yazi olmadi ama sanirim zihnimin calismasi da boyle oluyor.

Uretilebilirlik icin dizayn

Dun ilk derse girdim, Design for manufacturability. Hocasini onceden taniyordum, biraz suphelerim vardi ama iyi olucak sanirim, AMD anilarindan ya da ucla daki lazer calismalarindan bahsetmedi bu sefer en azindan. Bu derste basitce uretime gecirilebilecek sekilde urunler nasil dizayn edilmeli, nelere dikkat edilmeli, Leann uretimine uygun mu gibi sorular isleniyor ama paketlenmesinden urunun test asamasina ne kadar para gider, deger mi gibilerinden her yonuyle ilgilenilerek.

Urun denince akla hic yazilim gelmiyor ama aslinda onlar icin de biraz daha kisitli olsa da gecerli. Tabi burada urunun dagitimi internet veya cd/dvd yoluyla yapildigi icin dagitim yeterince optimize edilmis durumda, uretim kismi ise aslinda urunun dizayni ile ayni safha gibi de dusunulebilir ama urun yazilim olsa bile onceden kagit uzerinde dusunulmeli, musteri istekleri neler, ileriye yonelik gelistirilebiliyor mu, yeterince basit mi bunlar uzerinde tartisilmali ve ondan sonra kod yazilimina gecilmeli. Bir bakima "muhendislik" yapilmali. Son olarak da standartlar var tabi ki, nasil devlet medikal elektronik alet ureten firmalara belli regulasyonlar, standartlar koyuyorsa; uyum, guvenlik ve basitlik acisindan yazilim da da belli standartlar uygulanmaya baslaniyor. Internette standartlarin cikmasi neden bu kadar gecikti diye dusunuyordum gecenlerde ama internetin cok genis ve tamamiyle serbest bir bolge oldugunu dusununce, herkesin ortak bir noktada bulusmasi kolay olmuyor elbette ve zaman aliyor, sanirim yeni teknolojilerin onundeki en buyuk engellerden biri ortak bir standartta bulusmanin zorlugu. (bknz. DVDlerde + / - standartlari, DVDlerin yerini alicak bluedisc standarti catismasi sirketler arasi)

26 Ağustos 2005


Panomda Sina'nin cizdigi resim. Zeren'in kralci tabir ettigimiz bir arkadasi gelmisti Berkeley'den gecen gun, Zeren'e ortak hesap falan acmisti. 'Muhendisler nerede','Bi seker atalim gitmeden (olips)', 'mayk', 'size herseyi bulurum', 'Tarkan'in kankasiymis','Berkeley cok guzel ama sizi cagiramam' belli basli replikleri kralcinin. Bu arada benim ustte aldigim notlar da sahane: askerlige basvur (temsilcilige erteletme dosyalarini yolla manasinda) alinacaklar ise peynir kavun degil yatak alti, araba, bilgisayar seklinde

25 Ağustos 2005

Diyalog

Sina, ben ve zeren arasinda uzun suredir yatak alti bazasi bulamamiz uzerine gecen bir diyalog   

Sina- Mert sen Zeren'in yeni yatak projesini biliyor musun?
Mert- Yok nedir?
Sina- Adam kutuphaneden 'kiloyla' kitap alalim, yatagi bu kitaplarin uzerine insa edelim diyor, bir de bana fikrimi soruyor.
Mert- (kopuyorum) kiloyla?
Sina- Ben efendilik edip sustukca adam israrla soruyor, aferin demedigim icin kiziyor, onayimi almaya falan calisiyor
Mert- Ooo kutuphaneciye ortaya 2 kilo karisik at deriz olmadi sonra surat ifadesini seyrederiz

24 Ağustos 2005


detay 3

detay 2

detay1

Dolap ici organizorler cok ise yariyor, ozellikle sadece bir rafi olan benimki gibi dolaplarda

Kapi yanindaki bos duvarada bir poster asarim boylece sigorta kutusunu da kapatmis olur.

Tek eksigim yatak alti bazasi ama Ikea'da kalmamisti, Craiglist'den buldum birinde mail attim belki onu alabilirim.

Cogu esyayi Ikea'dan aldim, kose masa odama en cok uyuyordu, masanin yarisini bilgisayar, diger yarisini duz calismak icin kullanicam.

Buradaki odama sonunda yerlestim, bunlar da odamdan bir kac resim, kutuphanenin yanindaki duvara bi poster asmayi dusunuyorum.

Sina'nin Ikea otoparkinda American psycho pozu

Ikea'ya giderken kiraladigimiz pick-up, Zeren ve Sina

Istanbul'da ki evden gitmeden 1 gun once Maco'nun resmi, gercekten ozluyorum onu.

internet baglantisi

Internetimiz sonunda baglandi Yahoo 3.mbit ama yalan, 2.5 gozukuyor testlerde, bir de Turkiye'de ki sayfalari acarken normal 256 gibi davraniyor. Bakalim acilacak zamanla umarim.

20 Ağustos 2005

Maco


Köpeğim maço 12 yaşında bir cooker. Onu 1 aylıkken aldığımızda ben orta biri yeni bitirmiş yaz tatilindeydim. İşin ilginç tarafı ne kadar köpekleri çok sevsem de eve köpek alma fikri benden değil annemden çıkmıştı. Ben çok sevinmiştim tabi, sanırım o zamanlar çok kendi içime kapanık bir çocuk olduğum için bunun benim için iyi olacağını düşünmüşlerdi. Eminönü'nden almıştık Maço'yu, istediğimiz cins belliydi, cookerlar apartman içi için ideal büyüklükte hayvanlardı ve bizim bir tanıdığımızda vardı, onlardan çok cana yakın köpekler olduklarını da biliyorduk.

Maçoyu ilk gördüğümde bir kafesin içindeydi ve o gün gelen 10 yavrudan satılmamış olan tek cookerdı. Diğer yerleri de dolaştıktan sonra onu almaya karar verdik, ilk gördüğüm anda o ufak yavrunun başını öne eğmiş mahsun bakışlarını unutmuyorum hiç. Aldığımız yerde veterineri de vardı ve bu yüzden tüm sağlık kontrollerinden geçtiğini biliyorduk. Arabaya bir kutu içinde koyduk, ilk kez arabaya biniyordu ve o yüzden arabanın sürekli hareket etmesinden dolayı bir kaç kez kusmuştu, bunun normal olduğunu ve ilk kez arabaya binen köpeklerin genelde kustuğunu söyledi eve geldiğimizde veteriner. Evde babamın kızmasından korktuğumuz için ona alıştıra alıştıra söyledik ve ismini onun koymasını istedik, o sırada salonda otururken babam maçonun bakışlarına baktı, başı öne eğik bir şekilde duruyor, eğik başından dik dik yukarı bakıyordu o ufacık haliyle, babamda ne kadar maço bakıyor bu dedi ve adını maço koyduk.

Aradan bir hafta geçmişti ki maçonun yavru köpekler de sık görülen kanlı ishale yakalandığını öğrendik. Aldığımız veterinere götürdüğümüzde yapacak birşey yok isterseniz başka bir köpekle değiştirebilirim dedi. Biz de sağlık kontrolünden geçiyor nasıl farketmediniz dedik, başka bir köpekle değiştirmek istemiyordum o sırada maçoya hepimiz alışmıştık. Maçoyu o sırada yeni açılmış olan Animalia hayvan hastanesine götürdük, oradaki veteriner de çok umutlu değildi ama biz gene de onu yaşatmak istiyorduk, bir hafta boyunca sürekli serum verildi, hep başında bekledim. Aşılarını olurken bile hiç sesini çıkartmıyordu, veteriner de şaşırmıştı o kadar uslu durmasına. Evdeyken sürekli eve işiyor ve halılara kusuyordu, bende annemler şikayet etmesin diye kendim geceleri kusmuklarını siliyordum halılardan. Hatta geceleri dua ediyordum Maço mutlu ve uzun bir hayat sürsün diye. Bir ay sonra tamamiyle iyileşmişti Maço. Veteriner çok şanslı bir köpek olduğunu söylüyordu.

Maço çok zeki bir köpek, öğrettiğimiz çoğu komutu öğreniyordu, akşamları sürekli ben gezdiriyordum, sabahları okulum olduğu için annem ama annem işin kolayına kaçmıştı, 4.kattaki evimizden aşağı indiriyor, maçoyu sokağa salıyordu, daha sonra eve çıkıyordu, maçoda sokakta geziyor aradan saatler geçince geliyor apartmanın dış kapısında birisinin içeri girmesini bekliyor, birisi girerken aradan giriyor, 4 kat merdiveni tırmanıp bizim kapıyı tırmalıyordu. Annem bazen de bizim kapıcıya veriyordu çöp toplarken gezsin diye. Ben çoğu kez onaylamıyordum başı boş bırakmasını. Bir gün gene kapıcıyla saldığında köpeği bir araba çarpıp kaçmış yolda. Dördüncü kattan bile acı miyaklaması duyulmuştu köpeğin hemen aşağıya inip maçoyu hastaneye götürdük, yolda arabada kucağımdayken arka bacağından kan akıyordu. Veteriner bacağını sardı, kendi kendine kaynar dedi, bir ay boyunca yürüyemedi Maço, dışarı parka kucağımda taşıyor, ihtiyaçlarını yaptıktan sonra tekrar kucağımda eve götürüyordum. Bacağı sonra kaynadı ama ne yazık ki yanlış kaynadı ve tam eklem yerinde fıtık gibi bir çıkıntı çıktı, bu olaydan sonra eskisi gibi koşamaz oldu Maço. Veteriner ameliyat olması gerekiyor dedi ama yaptırmadık. Hala o çıkıntı duruyor bacağındaki.

Yazları Silivri'deki yazlığımıza gidiyorduk, Maço'nun da orada arkadaşları vardı, seviyordu orayı. Bazen kendi kaçıyor, bazen de annem salıyordu sokağa. Haftasonu bitti ve biz İstanbul'a dönerken bulamadık Maçoo'yu, tüm siteyi arabayla gezdik, o gece eve uğramadı ve bizde gitmek zorundaydık, o gece onu bırakıp İstanbul'a döndük, oradaki komşumuza ve bekçilere söyledik eğer görürlerse diye. Ertesi gece bizim komşunun kapısını tırmalamış, bizim komşunun bile evini ezberlemişti. Yanında dişi bir arkadaşı varmış. Maço'yu hiç çiftleştirmedik, bir türlü bir eş bulamadık ona ama sanırım o zamanlar arkadaşıyla çiftleşmiş olabilir ve belki de Silivri'de bilmediğimiz Maço'nun kırma yavruları vardır. Hiçbir zaman da öyle ilkbahar da ya da beliri dönemlerde azmadı çiftleşmediği için. Kısırlaştırmayı da hiç düşünmedik.

Yıllar çabuk geçiyordu. Bir gün annem gene evden salmış Maço'yu. Maço parkda dolaşırken başka biri almış bunu. Üzerinde tasması olduğu halde. Biz Maço'yu gene kayboldu sanıyorduk, tüm mahalleye kayıp köpek ilanları astık, gidebileceği tüm yerleri dolaştık ama bir iz yoktu. Daha sonra benim bir arkadaşımın kardeşi Maço'yu az ileride ki başka bir siteden bir anne ve çocuğun gezdirdiğini görmüş, kafasındaki beyaz izlerden de o olduğuna eminmiş. Bize apartmanın yerini tarif ettiler, annem de gidip almış köpeği, sahibi olduğunu bildiği halde başkasının köpeğini almak çalmaktan başka birşey değil aslında, çünkü markete ve gazete bayiine astığımız kayıp köpek ilanlarını görmemeleri ve tasmayı farketmemeleri mümkün değil. Daha sonra ertesi gün kadın yanında çalışan kadını bizim eve yollayıp köpek için aldığı tasma, şampuan vs.nin parasını istemiş annemden, annemde bir şey demeden vermiş.

Maço 9-10 yaşlarında gözlerinde katarakt oluşmaya başladı, cooker cinsinde yaşlanmayla sık görülen birşey bu. Önce tek gözünde başladı ve daha sonra iki gözü de tamamiyle beyaz bir tabakayla kaplandı. Şu anda görme kapasitesi sıfır yani kör. Ameliyat için veterinere götürdüğümüzde tek göz için 600 dolar alırım, ayrıca garanti veremem ve bu yaştaki köpeklerin morfinle bayıltılması da çok sağlıklı değil deyince ameliyattan vazgeçtik. Maço evin içinde yalnızca koku duygularıyla ve hafızasıyla dolaşıyordu. Dışarı da da sürekli onceden gezdirdiğimiz rotada gezdiriyoruz boylelikle hic gormeden bile merdivenleri cikiyor yolunu buluyor gerci bazen kafasini tosladigi oluyor ama onu da tasmayla yonlendirmeye calisarak engellemeye calisiyoruz.

Tum bu yasadiklarina ve yasina ragmen Maco hala o kadar hayat dolu ve mutlu bir kopek ki. Simdi ben gene San Jose'deyim ve Maco'ma annemler bakiyor ama huzursuz oluyorum hep, onu gercekten cok ozluyecegim dort ay boyunca. Bazen ortaokulda onun uzun ve mutlu bir yasam yasamasi icin ettigim dua aklima geliyor ve tesekkur ediyorum icimden.

Vardim



Yaklasik sabah 5te uyanip Istanbul havalimanina gitmemle baslayan yolculuk ertesi gun (istanbul zamaniyla) sabah 10 gibi san jose'deki evime varmamla son buldu, yani toplamda 29 saatlik bir maceraydi bunun 20 saati hava da olmakla beraber.

Oldukca yorucuydu ama vardim sonunda, simdi evde eksik cok tabi onun icin bi IKeA'ya gidicez bu cumartesi. Simdilik bu kadar ha birde Outlook benim sacmalamaya basladi gelecegi falan goruyor, yarin gelicek mailleri bugunden gosteriyor falan, bakiniz resime...

17 Ağustos 2005

Yolculuk


Yarın sabah 8:15'te San Fransisco'ya uçuyorum. Buranın saatiyle perşembe sabahı saat 8:00 gibi varmak istediğim yere varıcam. Yani yarın sabah 5 gibi uyanıcağım düşünülürse 28 saatlik bir yolculuk beni bekliyor bunun 18 saati havada olmak üzere.

Bir süre günlük yazamayabilirim. Görüşmek üzere.

16 Ağustos 2005

Japonya depremi

Japonya 7.2 ile sallanmis, yalnizca 59 yarali var ve olu yok. Tabi bunda ki en buyuk etken depremin denizde meydana gelmis olmasi ama Marmara denizinde ayni deprem olsa bizde de olumsuz atlatilabilirmi, sanmiyorum.

Japonya'da Kobe'de 7.3 siddetiyle meydana gelen depremde 6400 kisi hayatini kaybetmisti. Yarın 17 agustos depreminin üzerinden 6 yil gecmis olucak, 7.4 siddetindeki bu depremde 16899 kişi hayatını kaybetmiş, 23781 kişi yaralanmıştı.

Rusya ve Turkiye'de tiyatro

Rusya bu yil tiyatrolarina 14.3 milyon dolar odenek ayirmis, bu rakam Turkiye'de 1 milyon 650 YTL. Yani Rusya'dan yaklasik olarak 14 kat daha az.

Haberin tumu

15 Ağustos 2005

Yüz yaratma


Buradan gördüm bende denedim, pek olmadı ama fazla da uğraşamadım. Buyurun sizde deneyin.

Asfalt Çalışmaları

Ne zaman İstanbul'a dönsem sürekli yollarda bir asfaltlama çalışması var, en geç 1 senede belirli asfaltlar değişiyor. Yurtdışında ise asfalt çalışması çok nadir görüyorum, Amerika'da merak edip sormuştum bu ana cadde ne zaman asfaltlandı en son diye, tamamiyle 7-8 yıl önce dediler, o da çok işlek bir cadde olduğu içinmiş. Çevreyolları dışında hiç bir yama da görmedim asfaltta ki Amerika'da yol üzerindeki araba sayısı Türkiye'dekinden çok daha fazla, araba orada bir zorunluluk olduğu için. Peki sorun ne?

Bence iki sorun var; birincisi asfalt kalitesi "bilinçli olarak" düşük tutuluyor ki aynı ihale bir yıl sonra yeniden açılsın belirli "tanıdık" firmalar ihaleleri kazansın ve belirli kişilere pay versin. İkinci sorun da bazen yolun sadece ufak bir kısmı yama ile kapatılabilecek olmasına rağmen tüm yolun asfaltlanması için ihale açılması. (gene aynı nedenlerden)

Ne var ki Türkiye'nin diğer bölgelerine gidildiğinde aynı şey oraları için söylenemez, doğuda çoğu yol hala toprak (ki bu da daha kolay mayın döşenmesine yol açıyor) Oralara neden yapılmıyor bu asfaltlama çalışması? Çünkü İstanbul'da düzenek hazır, adam 2 km yolu ihaleyle alıyor, 1 yıl sonra bozulacak asfaltı döküyor, parasını alıyor, keyfi yerinde mutlu kolay paradan. Bu düzeneği bozup toz toprak içinde o fakir belediyelere köylere asfalt döşemeye gidilir mi? Peki İstanbul'da asfaltlar çok mu düzgün o kadar çalışma var? Bugün düzgün yarın gene aynı yol üzerinde döşenir asfalt. İnşaat mühendisi bir arkadaşım bu asfalt çalışması yapan bir firmada staj yapmıştı, ben de "o işlerde iyi para vardır" deyince bana "parayı ihaleyi kazanan şirketin başındaki alıyor, mühendis gene asgari ücret alıyor" demişti.

Merak ettiğim bir istatistik var, acaba doğal yolları üzerinde formula yarışları yapılan Monaco'da asfaltlama çalışmalarına yılda ne kadar para harcanıyor ve İstanbul'da yılda ne kadar para harcanıyor sırf bu işe. Çok merak ediyorum, nereden öğrenebilirim acaba bu istatistiği?

Bu nasıl engellenebilir peki? Bağımsız ihaleyi denetleyen kuruluşların olması çok önemli. İhalelerde belirli standartların şart koşulması (ki bu şartlar bağımsız ve "temiz" bilirkişiler tarafından hazırlanmalı) ve daha sonra bu şartların yerine getirildiğini kontrol edecek şeffaf bir denetim mekanizması şart. İkinci iş ise ihale verilirken yalnız İstanbul yolları değil, İstanbul ve doğuda bilmemne köyü için ortak ihale açılmalı böylelikle yalnızca işin kaymağının yenmesinden kurtulunur. Yapılabilecek üçüncü şey ise Devlet İstatistik Enstitüsünün şeffaf ve belirli şekillere sokulmadan istatistikleri hazırlaması (bir istatistik farklı bir biçimde sunulduğu zaman gerçekleri tamamiyle saptırmak mümkün olabiliyor) ve medya da bu karşılaştırılmalı istatistiklere yer vermeli, böylelikle en azından yapılan dolaplar anlaşılır ve hesap sorabilir halk.

13 Ağustos 2005

Güneyde doğup kuzeyli hissetmek

Yıllardır bunun farkındayım, farklılığımın. Genelde soğuk kanlı biri olarak tanımlar beni arkadaşlarım ve bazen duygusuz ve hatta android. Çoğu zaman hiç arayıp sormadığımdan yakınırlar ki bazen haklılar. Kendi kendime bir dağ başında kimseyi görmeden aylarca yaşayabilirim ve gene de yaşamdan zevk alabilirim ama aynı durumda duvarları tırmalayacak bir çok arkadaşım var. Bu güneyli olarak doğup kuzeyli hissetmektir. Bu tam bir arada kalmışlıktır. Güneyde doğduğunuzda herkes sizden onlarınkine benzer davranışlar ve duygular beklerken sizin bunları anlayamamanız, işte arada kalmışlık budur.

Çoğu zaman benden göstermem beklenen tepkileri göstermem ve hatta çoğu zaman tepkisiz kalabilirim, taksiye bindiğimde taksiciyle muhabbet etme ihtiyacı hissetmem yol ne kadar uzun olursa olsun, çoğu zaman ne kadar derin hissetsem de bunu pek dışarı vurmam. Bazen basit duyguları insanların abarttığını düşünürüm, neden bu kadar karmaşık olmalı insan ilişkileri anlayamam. Gösterişten ve olmadığı biri gibi görünmekten nefret ederim. Zevksizlikten her türlü savurganlıktan nefret ederim. Beğenmediğim veya ihtiyacım olmayan bir şeyi sırf almış için almaktan nefret ederim, birşeye karar kılarken çok seçici ve araştırmacı davranırım. Dedikodudan nefret ederim, yan gelip yatan ve herşeyin kolayına kaçan insanlardan haz duymam. Eğlenmeyi pek bilmem, geceleri gezmeyi severim ama eğlence yerlerinden birine girdiğimde sıkıntıdan patlarım, kendimi oraya ait hissedemem ama evde yalnızken müzik dinlerken dans ederim, kendimi inanılmaz enerjik hissederim ve zevk alırım. Sıcaktan aslında zevk almam, soğuk bir teni yapış yapış terli bir tene her zaman tercih ederim. Yanmayı ve güneşlenmeyi sevmem, bronzlaşmanın sağlıksız olduğunu düşünürüm her koşulda (bakınız temmuz ayı bilim teknik, "sağlıklı bronzlaşma yoktur"). Açık tenli insanlardan hoşlanırım. Laubali insanlardan hoşlanmam, yavşak insanların bu kadar sükse yapmasına anlam veremem. İstanbul'da yaya geçidinde durduğum için önümden yaya geçerken arkadan korna çalan taksi şöförlerine anlam veremem. Çok zor sinirlenirim ya da çok zor dışa vururum, kavga etmem. Başkalarının hakkını yiyen insanlardan tiksinirim. Kendi ihtiyaçları gereği kuralları ve başkalarının haklarını çiğneyen insanlardan uzak dururum. Kokoşluktan nefret ederim, "moda akımı" kavramınından hoşlanmam. Sadece koca bulabilmek için üniversiteye giden kızlar bende acıma hissi yaratır.

ama...

Her ne kadar insanlara ihtiyaç duymadığımı hissetsemde geceleri boş sokaklar görmek bende eksiklik yaratır, yalnızca yeni yüzler görmek için istiklalde saatlerce yürüyebilirim. Yardımsever ve hemen dost bulabilen insanlara bir bakıma da sempati duyarım. Denizi ve yüzmeyi çok severim. Tanımadığım bir insanın bana yolda yürüken iyi günler demesi inanılmaz hoşuma gider. Üzerine giydikleriyle değil, davranışları ve düşündükleriyle aydın insanlarla birlikte olmak bana evimdeyim hissini yaşatır. Misafirperverlik çok hoşuma gider, çevremdeki arkadaşlarımı toplayıp onları olabildiğince iyi ağırlayabilmek beni de mutlu eder. Sömürülmeyen sıcakkanlılık beni eğlendirir.

İşte bunlar sarhoş bir kafayla sevdiklerim ve sevmediklerim. Ben nereye aitim?

10 Ağustos 2005

Behnan Shabbir

Lise yıllarında tanıştığım çok başarılı bir ilüstratör arkadaşım. Mimar Sinan'a yetenek sınavıyla birinci olarak girmişti, şimdi de amerika'nın önemli sanat okullarından Savannah College of Art'da burslu olarak okuyor kendisi. Portfolyo sitesine buradan ulaşabilirsiniz. Umarım bu sene ayrı kıyılarda okusakda ortada bir yerde kendisiyle buluşabilirim.

Erim ve Itır, onlarda askerlikten önceki son günlerini yaşıyorlar

Bu fotografta Onur biraz karanlık çıkmış ama askere gitmeden önce 7.5 Ytl'ye aldığı süper dandik saatini görebiliyoruz kolunda


Prens Ata hamakta dinlenirken

Gitaristimiz Baran'ın dün geceki son sözü "O kahve mutlaka içilecek Mert" oldu, ben de "giderayak içilir Baran'cım" dedim.

Hakan ve Aslı'nın askerlik öncesi son günleri

Mini konserde Evren darbuka çalarken, kendinden geçmiş bir halde

Hayk'ın içi yanmış, şarabın tadına nasıl vardığını yüz ifadesinden anlayabiliyoruz.

Mangal Partisi



Dün gece üniversiteden 3 arkadaşımın askere gidecek olmasına ve benim de tekrar California'ya dönmem şerefine benim evde mangal partisi verdik. Erim, Onur ve Hakan'ın kolay bir askerlik geçirmesi dileğiyle.

9 Ağustos 2005


Bu fotograf şu anda wallpaperim ve bana inanilmaz huzur veriyor. Bazen bende kendimi fotograftaki hatunun yanında yukarı doğru tırmanırken tepenin arkasında bir okyanus göreceğimi hayal ediyorum. Sanırım devianart dan bulmustum bunu, çok basarılı olmuş.

8 Ağustos 2005

En büyük pot

Sanırım hayatımdaki en büyük potu Kenya'lı arkadaşımla konuşurken kırdım.

Sıkılmış evde oturuyoruz, hava da çok sıcak. Ben de hadi havuza gidelim yüzer güneşleniriz falan dedim.

O da "tabi benim avuç içlerim beyaz kalmış" dedi. Ben yok sen yüzersin ben güneşlenirim diye toparlamaya çalıştım ama olmadı. Gittik bi yerde pizza yedik sonra.

akşam yemeği hatırası

Bodrum'dayken yaşadığım bir olay şimdi aklıma geldi gene gülmeye başladım kendi kendime.

Gece 11 buçuk civarında ben acıktığıma karar verip sitenin lokantasına gidiyorum yürüyerek ama içimden eminimki kapalı diyorum, şaşırarak o saatte bile açık olduğunu görüyorum. Tek müşteri benim haliyle.

Girişte bekleyen garsonla diyaloğumuz aynen:

-pardon mutfağınız açık mı?
(garson biraz şaşkın bir ifadeyle)
-açık görmek istermisiniz? (diyor ve eliyle hakikaten mutfağı gösteriyor) (ilk şok)
-yok ben yemek yiyecektim onun için sordum
-o da olur (ikinci şok)
-e peki neleriniz var?
-siz ne istersiniz? (üçüncü şok, sanki tüm dünya yemekleri var)
-e varsa bir menü alabilirim, ya da balığınız var mı?
-var tabi
-ne balığı?
-siz ne istersiniz? (dördüncü şok, adam saymaya üşeniyor)
(ben alışıyorum artık)
-varsa bi lüfer alabilirim
(tam oturmak üzere ileri yürürken)
-tabi, oturmazmısınız? (beşinci şok)
-e mümkünse

neyse balık,salata ve bira üçlüsünden sonra hesabı öderken garson

-aslında lüferden 12 alıyoruz ama ben size 10 yazdım
(hani sanki dileniyoruz, bi kolaylık yap falan demişiz, neyse verirdik yani heralde kanı pek bi ısındı bana)
-saolun, iyi akşamlar
-hep gelin (son şok)

(bi daha hiç gitmedim)

Blog spamleri

Demin bir alttaki postuma bir yorum aldım ve şok oldum. Artık spam blogların yorumlarına dek girdi. Muhtemelen türkçe bile bilmeyen biri bana "las vegas entertainment show"dan bahsediyor, ve hatta çok daha muhtemelen böyle biri bile yok ve bu mesaj bir software robotu tarafından yeni update olan postları bulup onlara otomatik olarak reklemını yaptığı yorumu yazıyor.

Yorumlar bloglarda iletişimin, geri beslemenin tek yolu ve bu tür spamler burada da kendini göstermeye başladı, bence bu bloglar için ileride büyük bir tehlike olabilir.

İşaret

"İşaret beklemek yalnızca inançları zayıf olanlar içindir"

7 Ağustos 2005



Ablam ile ben bodrum'da tatildeyken. ablam yedi aylık hamile, ne yazık ki ben doğumda burada olamıyacağım, döndüğümde 2 aylık bir bebek olacak. Cinsiyeti erkek, yakında dayı oluyorum, şimdiden yaşlı hissediyorum.

5 Ağustos 2005

Danışman katili olabilirim

Önümüzdeki dönem amerikada danışman katili olabilirim. Adam mail atmış 2 gün önce diyorki biz programı gene değiştirdik projeler bundan böyle 3 ders olacak 2 değil. Ha birde bu 3 derste farklı dönemlerde alınmalı, ha son olarak yaz okulunda proje derside açmıyoruz. Tam olarak karşılığı biz senin okulunu keyfimizden bir dönem olarak uzattık demek efendim bu. Bir de projede silikon vadisinden bir firmayla ortak çalışmanız gerekmekte, firmayı siz kendiniz bulacaksınız.... Hadii... Ha bir de aynı zamanda okuldan 2 öğretim üyesi de bulmanız lazım projenizi destekleyecek, bunları da kendiniz bulacaksınız. Bir de utanmadan mail adresini koymuş, bişey sormak için 50 tane mail atıyosun hiç cevap yok, sonra telefonda "ben maillerime bakmıyorum, çok öğrencim var çok spam geliyor" diyor şerefsiz. O zaman süs olsun diye mi koyuyosun o mail adresini? 1 senede 3. program değişikliği bu ya, bıktım artık gerçekten. İnanın Türkiye'dekinden daha çok bürokrasi var bu okulda. İnsan diyor bırak bu okulu gel kendi isteğinle 12 ay hatta mümkünse 18 ay askerlik yap, doğuda ölüm korkusuyla soğuktan dağlarda titre ama bu danışman nazlarını, bu salak prosedürleri çekme....

4 Ağustos 2005

2 Bira

Hayatınızda 2 biraya ödediğiniz en yüksek rakam nedir? Yurtdışı ve yurtiçi dahil? Ben en büyük tecrübemi bodrumda yaşadım, kara kaşlı kara gözlü barmene 2 bira ve ne kadar dediğimde bana kısaca "kırk" (40) dedi ve biralar bildiğimiz bakkaldan alabilceğiniz formatta şişede elime verildi. Bende yanlış duyduğumu ümit ederek cüzdanımda nadiren bulunan 50liği uzattım barmene, kara kaşlı barmenimiz para üstünü birde bozuk 1ytl ler şeklinde vererek beni iyice ezdi.

Aynı biraları 2 adım ötede bakkaldan dört milyona alabilceğim mekanda yol üstünde ayakta bir bidonun önünde sıkış tepiş duruyorsun ve türkçe pop müzikle yanınızda dans etmeye çalışan kokoş hanımların dirsek atmalarına maruz kalıyorsunuz. Mekanın dekorasyonu için kullanılan uzun gemi direği aynı zamanda kazıklığı ile orantılı bir yükseklikte.

Masadaki diğerlerinin bir vodka açtırıp 450 ytl hesap ödemesiyle son bulan gecede, züğürt tesellisi olarak en azından 450de ödeyebilirdim denilip evimizde uykuya dalınır. Ayrıca yemekde yenilebilen bu mekanda aynı gece 2 adım ötesindeki merdivelerde farelerin de yürüdüğünü kendi gözlerimle gördüm. Canım Türkiyem.

Bodrum dönüşü


Dün Bodrum'dan döndüm, güzel sakin bir tatildi. Foto.daki ayaklar bana ait (44#) Iki hafta sonra gene dönüyorum California'ya. Gene degisiyor hayatim.

Bu arada eve dönünce babamın benim bonsai agacimi daha çok güneş görsün diye mutfak dolabının üstüne pencerenin tam altına ağustos güneşine bırakmış on beş-yirmi gün boyunca ve temizlikci kadın da haliyle sulamamış orada. Bütün yaprakları dökülmüş, kökü kurumuş. Çok canım sıkıldı gelir gelmez aradım annemi söylendim 2 posta. Şimdi sürekli suluyorum inşallah toparlar ama toparlasa bile 2 hafta sonra dönüyorum gene annemlerin ellerinde ölmeye mahkum bu zavallı bitki.

Radiohead'in bu albüm kapagindaki görüntü çok önceden çocuklugumdan bir yerlerden sanki kafama kazinmis. Görüntü tam olarak ayni degil, gene sivri sivri daglar var ama yesiller yanilmiyorsam gene uçlari karli. Bir de yanardag yoktu, buna benzer gene tepeden çizgi seklinde bir yol geliyor ama beyaz/transparan bir karayolu ya da demiryolu tam belli degil, böyle daglarin arasina dogru gidiyor ve gene yüksekten bayaa ama köprü gibi degil, hiç ayaklari yok. Oldukça futuristik bir görüntüydü ve gökyüzü açık ve aydınlıktı. Bu resim sadece onu andiriyor ama aklimda neren kalmis, nasil kazinmis bilmiyorum ama oraya gitmeyi o kadar çok isterdimki... Belki öldügüm zaman görebilirim oralari da.