12 Şubat 2009

Kriz Türkiye'de fırsat mı yaratır, fırsatçı mı yaratır?

Klasik laf, "krizi fırsata çevirin" derler. İşte bunu farklı yorumlayanlar olabiliyor. Örneğin Pegasus firmamız...

Efendim Pegasus firması bünyesindeki çeşitli pozisyonlar için eleman arıyor, secretcv.com, yenibiris.com gibi sitelere iş ilanları veriyor. Buraya kadar herşey normal, ilana başvurduğunuzda ise sizi "son pazarlama harikası" ile tanıştırıyor. Direkt kendi ağızlarından buyurun;
Başvurunuzun Pegasus tarafından alınması, İnsan Kaynakları bölümü tarafından değerlendirilmesi ve geri bildirim süreci için 10 YTL hizmet bedeli, aşağıda tamamlayacağınız süreçte, kredi kartınızdan tahsil edilecektir. Bu hizmet bedeli hiç bir şekilde tarafanıza iade edilmeyecektir. Ayrıca 1 yıl boyunca yapacağınız diğer başvurulardan ücret talep edilmeyecektir.

Pegasus olarak iş garantisi vermemekle birlikte, müracaatınızı ve özgeçmişinizi bir yıl boyunca bilgi bankamızda aktif tutacağız ve gelişen ihtiyaçlarımıza göre size uygun pozisyon açılması halinde sizi bilgilendireceğiz.
Hizmet bedeli için 10 YTL (bu arada YTL'de kalktı ya neyse) alıyorlarmış. Ayda 100 kişi başvursa 1000 YTL havadan para, oh ne güzel. İş garantisi de vermiyor, yani 50 tane "aslında var olmayan işler" için ilan verip binlerce kişiden 10 YTL toplasa sonra da iş alımını durdurduk derse, kimse verdiği parayı geri de alamaz. Güzel iş valla.

Bu ilandan anlıyoruz ki Pegasus'ta insan kaynakları bahşişle çalışıyor, yapmaları gereken iş için hizmet bedeli aldıklarına göre bu insanlar maaşlı çalışıyor olamaz. Allah için etik değerleri olan bir firma ama, diyor ki bir yıl için de sizi sadece 10 YTL kazıklayacağız, birden fazla ilana başvursak da sadece bir kere 10 YTL alıyorlarmış, bonus olarak bir yıl boyunca da CV'nizi veritabanlarında tutuyorlarmış, allah razı olsun valla yük oluyor millete CV'miz tabi. Ha bir de 10YTL kredi kartından tahsil edileceği için kredi kartı olmayan hiçbir aday da işe alınmamış oluyor haliyle. Yaşasın "eşit iş imkanı" konsepti.

Bu arada bu ufak hesapların "marka değerlerine yaptığı KATKIyı" hesaba katıyorlar mı acaba? Hani yeni kurulan küçük bir firma bu yönteme başvursa sadece komik olur ama neredeyse 20 yıllık bir havayolu şirketi yapınca "Trajikomik" oluyor.

İşte bu yüzden bazı yayın organlarında bazılarının "kriz fırsatlar yaratır" demeçlerini okudukça içimden diyorum ki "kriz Türkiye'de yaratsa yaratsa fırsatçılar yaratır".

Güncelleme: Pegasus firmasının bu uygulaması duyduğuma göre krizden önce de varmış ama yukarıda belirttiğim gibi bu sistemde bir firma var olmayan iş pozisyonları açıp haksız kazanç elde edebilir, bunun için bir önlem alınmadığı takdirde bence yasal bir uygulama değildir bu.

7 Şubat 2009

Niye ve neye oy veriyoruz?

Kendime neden oy veriyorum diye sorduğumda mantıklı bir cevap bulamıyorum. Dünya güç dengesine dayalı bir sistem ve bu dünya düzeninde güçte paraya dayalı bir sistem. Sorun sadece politikacılarda ya da partilerde de değil, sorun sistemde. Demokrasi aslında paraya dayalı sistemde göz boyamaktan başka bir şey değil, mantık olarak doğru ama işleyiş bakımından işlevsiz bir sistem.

En basitinden ben neye oy veriyorum? Partilerin adaylarının mevcut durumu nasıl geliştireceklerine dair önerileri ve fikirleri olması gerekir değil mi? Ben de bu önerileri, fikirleri kafamda tartarım ve fikirleri aklıma en çok yatan adaya oy veririm. Normalde olması gereken bu değil mi? Yani demokraside oy verme işleminin amacı bu değil mi? Ben şimdiye dek iki kere oy verdim ve ikisinde de ne oy verdiğim ne de vermediğim partilerin planlarını, icraatlarını nasıl gerçekleştireceklerini bilmiyordum, tahmin ediyorum çoğunuz bilmiyordunuz. Şimdi oy vermeyi düşündüğünüz partinin internet sitesine gidin ve bakın bakalım oturduğunuz bölgeyi geliştirmek için nasıl fikirleri var ve bunları nasıl hayata geçirecekler... Bulabildiniz mi? Ben bulamadım. Biz şöyle yapıcaz, böyle yapıcaz diye yazıyorlar ama hangi kaynakları kullanarak, nasıl gerçekleştireceksin ve bunun gibi önemli detaylar hakkında hiçbir açıklama yok, bazılarında o da yok, sadece partinin ne kadar güzel ne kadar iyi olduğunundan bahsediyorlar. Bana ne partinden be? Benim partiye mi oy vermem mantıklı, fikirlere mi? Sanki hepimiz takım tutuyoruz, Galatasaray mı Fenerbahçe mi? Soruyorum kendime
"o zaman neye oy veriyorum ben?"
Hayatım boyunca fen ve mühendislik eğitimi aldım ama şu an ki durumda, işleyişte "oy verme ve demokrasi" kavramlarını hiçbir mantığa uyduramıyorum. En basitinden Amerikan seçimlerine bakalım, 2 parti var sanıyorsunuz ama aslında onlarda çok partili sadece diğerleri susturulmuş, amerikan hükümeti halkına kolaylık olsun diye iki parti sunuyor;
A'mı diyeyim B'mi? mantığı yani
Şimdi bu iki parti de seçimlerden önce seçim kampanyası yürütüyor, tabi bu partilerin seçim kampanyalarının devasa maliyetleri var, eh amerikan firmaları da burada imdada yetişiyor ve diyor ki "kardeşim ben senin partini çok sevdim sana şu kadar milyon dolar bağış yapıyorum". Ekonomik krizde nereden adam atsam da maaliyetleri kıssam diye düşünen bu şirketler çok bonkörce cart diye bu partilere bağışlar yapıyor. Ne kadar düşünceliler, karşılığında da hiçbir şey beklemiyorlar helal olsun. Mesela Obama abimiz şimdiye dek en çok bağış toplayanlardan biri. Sonra seçimi bir taraf kazanıyor ve devleti yönetmeye başlıyor. Ama lütfen yanlış düşünmeyin, bu partiler belli yasaları çıkarırken kesinlikle kendilerine bağış yapan şirketlerin çıkarlarını düşünmüyorlar. Sonra bir sonraki seçim yaklaşıyor, gene paraya ihtiyaç var seçim kampanyası için, Obama abimiz (veya önceki başkanlar) gidiyorlar bu şirketlerden gene bağış istiyorlar.

"Kardeşim ben senin şirketinin çıkarlarını hiç gözetmedim, sana hiçbir faydam olmadı ama demokrasi adına faaliyetlerimi yürütebilmek için senden gene seçim kampanyama bağış yapmanı bekliyorum" diyor.

Şirketler de o kadar iyi niyetli ki...

"Tabii ki Obama kardeşim, ben senin kara gözünü, kara kaşını, kepçe kulaklarını çok sevdim, feda olsun sana milyon dolarlar" deyip bir çırpıda bağışını yapıyor.

İşte Amerika'da özgür demokrasi böyle işliyor. Biz de dışarıdan olayları seyredenler "yaşasın Amerika'da siyahi bir başkan seçildi, değişim rüzgarları esecek, herşey çok güzel olacak" diye alkış tutuyoruz. Ben hep amerikan halkını eleştiriyordum ne kadar duyarsızlar, oy verme oranları ne kadar düşük, neden birşeyleri değiştirmek için oy vermiyorlar diye. Şimdi anlıyorum nedenini, yanlış işleyen bir sistemde oy vermek pek birşey değiştirmiyor çünkü.

Ne var ki Amerika'nın takdir ettiğim bir yanı var en azından partiler aldıkları rüşvetler konusunda şeffaflar, adam diyor ki "kardeşim bak ben bağış adı altında şu kadar rüşvet topladım, cebimde bu kadar para var". Bir bakıma "kıroyum ama para bende" şeklinde bir delikanlılık. Türkiye ve diğer devletler de ise bu işleyiş hala biraz daha utangaç, el altından yapılıyor.

Aslında devletimizin gönlü çok zengin, bedavaya herkese kömür veriyor, bedavaya beyaz eşya dağıtıyor. Ben o kadar ülke gezdim, böyle bir bonkörlük görmedim. Hepsi halkımız için... Yalnız bir tek iş veremiyorlar ama çalışmasanda oy ver yeter diyor devletimiz, e zaten biz de çalışmayı pek sevmeyiz. Otur evinde aç televizyonu kapı çalsın bedavaya kömür gelsin, kapı çalsın bedavaya beyaz eşya gelsin, kapı çalsın bedavaya çekyat gelsin krallar gibi yaşa ohh. Nereden geliyor bu değirmenin suyu diye sorsan "şşşt sihiri bozacaksın, sen anlamazsın" derler, sen oyunu bizim partiye ver yeter.

Benim küçük yeğen 3 yaşına bastı, onunla ne zaman hala bebekmiş gibi konuşsam bana 6 aylık bebek gibi tepki veriyor, ne zaman ciddi insan gibi konuşsam hiç yaşından beklenmiyecek şekilde olgun cevaplar veriyor. Bence halk da böyle sen halkla nasıl konuşursan o da öyle cevap veriyor.
Oyun kime? Kim bana buzdolabı getirdiyse ona. Bu kadar basit. Peki oy vereceğiniz partinin ekonomi politikalarını biliyor musunuz? Yok ben anlamam, kim buzdolabı verdiyse oyum ona.
Oyunu alan memnun oyunu veren bebek memnun. Bebek ağlıyorsa şeker ver sussun ama büyük adamlar ağlayınca şekerle susturamazsın. Bu yüzden bebek gibi konuşmak da fayda var, sen anlamazsın el bebek gül bebek, ben sana bakarım, sen şuraya oyunu ver yeter canım bebeğim, gerisini ben düşünürüm. Bu yüzden partilere sorsanız neden halka yapmak istediğiniz planları, fikirleri açık açık, bilimsel bir dilde, detaylı anlatmıyorsanız diye, size derler ki "halk ekonomi politikalarından anlamaz, halk şundan anlamaz halk bundan anlamaz, halkın anlayacağı dilden konuşmak lazım o yüzden anlatmıyoruz" derler. Halkın anlayacağı dil, yani "el bebek gül bebek dili". Sen bir çocukla yıllar boyunca sadece bebek dilinde iletişim kurarsan o çocuk büyüdüğünde de bildiği tek dil bebek dili olur tabii ki.

Bu yüzden kimse bana dünyada demokrasi var demesin, demokrasiyle yönetilmiyor dünya, parayla yönetiliyor, demokrasi sadece parayı kimin alacağını seçiyordu o da artık işlevini yitirdi çünkü artık parası fazla olan seçimleri kazanıyor. O zaman ben niye oy vereyim ki? Başa kim gelse gene parası olan güçlerin altında ezilip eski çarkı döndürmeye devam edecek.
Artık anlamamız gereken şu, partiler de birer şirkettir. Bildiğiniz kurumsal şirketlerden hiçbir farkları yoktur. Partiler de kar etmek için kurulur ve devlete, halka hizmet etmek gibi naif ve saf düşünceleri yoktur. Görüşleri ne olursa olsun, ilk kuruluşlarındaki amaç saf olsa bile iktidara geldiklerinde şirketleşiceklerdir çünkü şu anki kurulu düzende mantıklı olan budur.
Diyelim ki demokrasi değişti, başka bir yönetim biçimi geldi? Buna istediğiniz adı verin, komunizm olsun, monarşi olsun, ne bileyim sosyalizm cart curt. Hangi sistemin paraya karşı bağışıklığı var? Hangi sistemde içindeki bir yöneticiyi parayla satın alamazsınız? Var mı böyle bir sistem? İçinde insan öğesi içeren her sistem paraya bağımlı gözüküyor benim gözümde, bu yüzden başka bir yönetim sisteminin de birşeyleri değiştirebileceğini sanmıyorum.
İnanın şu anki sistemde hangi partinin başa geçeceği kurayla belli olsa çok çok daha demokratik bir yönetim olur bence. En azından para faktörünü engeller bir ölçüde.
Peki bu işleyişin çarpık olduğunu farkeden bir tek ben miyim? Başka kimse düşünmüyor mu, görmüyor mu bunları... Görüyor da herkesin şu an ki sistemde bir çıkarı olduğu için görmezden geliyor ya da bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyor ya da belki çoğumuz görmemize rağmen bunu değiştirebilmek için yapabileceğimiz birşey olmadığına inanıyoruz. Aslında kral uzun zamandır çıplak ve hatta çıplak haliyle bizleri şapur şupur öpüyor, öpülenler ise çok yaşa kralımız diye bağırıyor televizyonlarda, meydanlarda.

Ben gene de umutsuz değilim, delikanlı bir politikacı bekliyorum, diyecek ki;
- Bana oy veren herkese bir kere vericem.
- Ne vericen?
- Daha önce hiçbir politikacının vermediğini (?)
- Tamam da ne vericen?
- Orası süpriz, seçimleri kazandıktan sonra söylerim

İşte o zaman o politikacıya oy veririm, o süprizi öğrenmeye değer... O zamana dek seçimlerden uzak durmak mantığıma en çok yatan seçenek.

14 Ocak 2009

Bir yıl önce...

Uzun süredir yazmıyordum, askerden döneli iki ay oldu ve iş aramaya başladım, iş aramak için çok iyi bir zaman değil ne yazık ki kriz dolayısı ile ama olsun umudum var.

Bundan bir yıl önce ki halime bakınca gene bu günlere de şükrediyor insan...

 Askerlik uzun bir süreç, keşke kısa dönem olmasını dilediğim çok zaman oldu ama gene de bana hiçbir şey öğretmedi diyemem. Korkarım ki yavaş yavaş tezkere parfümü etkisini yitiriyor ve insan kendini günlük yaşamın akışına ve temposuna bırakıyor zamanla.


Çok farklı kültürlerden çok farklı bir çok insanla birlikte çalışıyorsunuz askerlikte, bu yüzden ülkenin genel bir fotoğrafını görüyorsunuz diyebilirim. Güzel arkadaşlarım oldu bu süre içinde, umarım bağımız uzun yıllar sonra da devam eder...

29 Ekim 2008

Tezkere parfümü

Bugün odamı toplarken bir hafta sonra evi boşaltacağım için işe yaramayacak birçok şeyi atıyordum, işte o an inanılmaz bir huzur duydum içimde. Bir hafta sonra tekrar eski yaşamıma geri dönebilecek olmam hala hiç inandırıcı gelmiyor. Yeniden doğmak gibi olacak sanırım, yapmaya zaman bulamadığım bir sürü şeyi tamamlayacağım, sevdiklerimle istediğim kadar zaman geçirebileceğim, sabahları istediğim saatte kalkabileceğim (en azından işe girene dek)...

Bazen sanki hayata yeni bir başlangıç yapacakmışım gibi geliyor. Uzaktan baktığımda eksikliğini hissettiğim herşeyi tamamlamak için yeni bir fırsat. Hapishaneden çıkan insanlar da bu şekilde hissediyor olmalı, kuvvetli bir duygu ama umarım hayatın akışında etkisini kaybedip gitmez. Tezkere almak; özgürlüğün değerini anladıktan sonra, o özgürlük kokusunun hiç üzerinden çıkmasını istemediğiniz bir parfüm gibi.

14 Ekim 2008

Askerlik Anıları

Acemilik birliğinde eğitim alırken bizimle aynı binada kalan teğmenlerle muhabbet ediyorduk, biz onlara kışla hayatı nasıl, nelerle karşılaşabiliriz diye sorarken onlar da sivil hayat nasıl siz ondan bahsedin diye soruyorlardı. O an garipsemiştim, "sivil hayat bildiğin hayat işte, onlar sanki başka bir dünyada yaşıyorlar, soruya bak" diye geçirmiştim aklımdan. Askeri hayatı gördükten sonra insan gerçekten sivil hayatı unutuyor, bambaşka bir dünya. En son ne zaman gazete okudum, ne zaman televizyonda haberleri seyrettim doğru düzgün hatırlamıyorum. Şu an dünyada bir ekonomik krizin geldiğini biliyorum en son.

Orduya asker olarak gelmekle, rütbeli olarak gelmek arasında büyük bir fark var. Askerler için askerlik bir deneyim, gün saydıkları vatani görevleri sadece. Eğer asteğmen iseniz bunun sizin mesleğiniz olması isteniyor. Tamam belki siz de gün sayıyorsunuz ama bitirmeniz gereken işler, verilen görevleri zamanında tamamlama sorumluluğu çoğu zaman sizi zihnen askerin düşünüş şeklinden uzak tutuyor. Bir de askerler çoğu zaman askerliği bir deneyim olarak gördükleri için "askerlik şöyle zor, böyle zor" ya da "ooo çok rahat askerlik yaptım, hep yattım" gibi anlatırlar askerliklerini. Rütbeliysen ise ortada bambaşka bir tablo var. Hiç kimse bana askere gelmeden önce;
 "bak kışlalar neredeyse bir kasaba dolusu erkeğin birlikte yaşadığı bir komün hayatıdır" 
demedi, bu yönden bakılmıyor hiç. Askerlik sadece tüfeklerle yürüyüp yaylalar demek, spor yapmak değil; aslında gerçek bir şehrin küçük bir kopyası... İnanın bu küçük şehri çevirmekten çoğu rütbelinin başını kaşıyacak hali kalmıyor. En azından bizim tugayda böyle. Hangi arada askerlere eğitim verip denetime hazırlayacak, hangi zamanda kağıt işleriyle boğuşacak, hangi zamanda askerlerin ihtiyaçları ile ilgilenecek, hangi zamanda bölüğünü, kışlasını güzelleştirecek belli değil. Bir de rütbeliyi asıl yoran şey şu:
Sizin bu minyatür şehrinizden her yıl binlerce turist geçiyor!
Askerlere turist diyorum çünkü hiçbiri kaldıkları kışlayı evleri gibi benimsemez, bahsettiğim gibi burası onlar için 15 veya 6 ay kamp yapacakları bir yerdir, gün sayarlar. Bir örnekle anlatayım, kendi evinizde ki banyoyu temiz tutmak kolaydır, bir de her gün binlerce kişinin girip çıktığı Taksim Meydanı'nın ortasındaki bir tuvaleti kendi evinizde ki kadar temiz tutmaya çalışın...

Askeri kışlalarda sürekli bir devir daim vardır ve bu devir daim bazen o kadar yıkıcı olabiliyor ki, bir gün inşa ettiğiniz birşey bir yıl sonra orada aynı şekilde durabileceğini söylemek çok zor. Yeni bir duvar yaptınız diyelim, ertesi sabah bir geliyorsunuz dün akşam orada nöbet tutan askerlerden biri anında duvara şafak atmış. (şafak atmak: askerliğinin bitmesine kaç gün kaldığını yazmak) Peki bu nöbetçi bilmiyor mu o gece orada nöbet tutan askerler arasında şafağı 156 olanın bir tek o olduğunu? Sabah olduğunda onu çok rahat tespit edip cezalandıracağımızı? Bir başkası da yazmış "dün şafak diyordu 285 bugün diyor 284, bu askerlik bitmez". Hani rakam azalmasa, sabit kalsa ben de bitmez diyeceğim ama...

Bir de dalga geçerler ya, askerlikte kapının üzerine bile kapı diye yazı asarlar, inanın gerekli... Ben kaç kere kilitli dolabı zorlayıp komutanım kapı kilitli çıkamıyoruz diyen askere yön gösterdim, sonunda olan dolabın kilidine oluyor. Ya da kaç kere kendi cebimden klozet kapağı satın aldım bilmiyorum, alafranga tuvalet kesinlikle gereksiz bir lüks askeriye için, çünkü eninde sonunda o tuvalete giren asker alafranga tuvalete alaturka muamelesi yapıp üstüne çömüyor botlarıyla, sonra da kapak kırılıyor tabi...Peki diyelim bu adamlara kışlanın tüm kurallarını, ferdi eğitimlerini öğrettiniz, iyi güzel sonra ne oluyor? Bir ay sonra adam terhis oluyor, yerine hiçbir şey bilmeyen yeni biri geliyor, herşey sil baştan. Kalıcı bir düzen kurmak o kadar zor ki.

Askeri kamuflajın bir de yan etkisi var sanırım, onu giyen adam resmen aptallaşıyor bir süre. Ben kendimden biliyorum, acemilikte öyle bir korku verilmiş ki bölük komutanı bana ne sorsa ben emredersiniz komutanım diyordum kıtada ki ilk ayımda. Dün geldi bir asker bana astsubayın birini soruyor, açık arazideyiz, "bak şuradaki ağaçların orada" dedim 200 m. ötedeki ağaçları işaret ederek, astsubay da orada net olarak görünüyor. Komutanım nasıl gideyim diye soruyor. Ben sabırlıyım; yürüyerek gidiyorsun dedim sakince. Yok komutanım nerden gideyim onu sordum dedi... Arazideyiz, bildiğimiz çayır ortalık yani ortada bir engel falan da yok, düz yardırıp gidicen işte. Adam herşeyi emirle yapmaya o kadar alışmış ki... Benim de sabrım bir yere kadar;
Uygun adımda 97 adım git sonra sağa çark et 33 adım git sonra geriye dön 33 adım daha git sonra sağa dön 81 adım git, orada astsubayını bulacaksın.
Çocuk aynen anlattığım şekilde gidiyor, ilerden de astsubay gülerek bana işaret yapıyor "ne yapıyor bu" diyerek.

Aslında askeri kışlalara bakıldığında yapılabilecek o kadar çok otomasyon, işleri kolaylaştırabilecek sistemler var ki... Tabii hepsi için de bütçe gerekli. Neyse sonuç olarak askerliği rütbeli olarak yapmak sınırlı olanaklarla sorun çözebilme yetisi kazandırıyor, bir de sabrı öğretiyor insana.

7 Ekim 2008

Rüya gibi gerçek

Bazen gün içinde rüyalarımı hatırlıyorum, buraya kadar bir sorun yok ama rüyalarımı sanki gerçekten dün olan birşeymiş gibi hatırlıyorum ve bu gündüz hayatımda sorun yaratabiliyor. Mesela geçen gün bizim çavuşlara bölük komutanıyla aramda geçen komik bir diyaloğu anlatıyordum (şimdi ne olduğunu bile hatırlamıyorum) sonra tam hikayenin sonuna geldiğimde bunun aslında yaşanmadığını ve rüya olduğunu hatırlıyorum... E okadar anlatmışım artık;

- Aaa çocuklar şimdi aklıma geldi aslında bu rüyaydı yaşanmadı böyle birşey

deyip karizmayı da çizdirmeyi göze alamadığım için susuyorum. Böyle olunca da boşu boşuna yalan söylemiş gibi oluyorum.

İşin daha garip yanı bazen gün içinde kafamda kurduğum hikaye/hayallerle rüyaları da karıştırıyor olmam. Mesela gün içinde kafamdan şöyle şöyle bişey olsa ne garip olurdu falan diye bir düşünce geçiyor, iki gün sonra aklıma aynı şey gelince " ya acaba bu bir rüya mıydı yoksa kafamda kurduğum bir düşünce miydi yoksa gerçek miydi?" şeklinde bir soru beliriyor. Sanırım benim yaşlılığım çok eğlenceli olacak çevremdekiler için...

25 Eylül 2008

Çıplak Gözlerle Zaman

Askerlik birçok anlamda insanın zihnini uyuşturuyor sanırım, çoğu zaman kendimle başbaşa kalamıyorum ama kalabildiğim nadir anlardan birinde yazmışım "askerin not defterine"...

Hafif bir tonumdayken bir çift çıplak göz ile baktım dünyaya. Duygularım ve düşüncelerim bir kenarda, etrafıma bakındığımda dünyada ki en yalnız gözlerin benimkiler olduğunu farkettim. Hiçbir fayda veya bilgi beklemedim gözlerimden, sadece izledim. İşte o anda zamanı hissettim. Beni çevreliyordu, diğerleri ona kapılmış sürüklenirken ben zamanı hissediyordum. Onu kaçırdığımı düşünmedim, ya da ona yetişebileceğimi. O her zaman kendini yeniliyordu. Tüm dünya akışının matematiksel bir formüle bağlı olduğunu hayal etseydik, zaman sürekli değişen bir katsayı olurdu, tüm sonuçları etkileyen bir katsayı.

İşte tam böyle anlarda insanın aklına bir anda tek bir şey geliyor; sevdiği kişi. O düşüncemde sabit kalıyor, bu kadar hızlı akan, değişen zamanın içinde sığınılacak güvenli bir sığınak gibi. Zamanı izleyen çıplak gözlerim artık yalnız hissetmiyorlar. Onun şu anda, şu saatte ne yaptığını hayal etmeye çalışıyorum. Acaba onun gözleri şu anda neleri görüyordur? Onlar da çıplak mıdır? Acaba onlarla birlikte izleyebilecek miyiz zamanı; zamanı geldiğinde?