24 Haziran 2007

Daft Punked!


Daft Punk
Video sent by mertulas

16 Haziran 2007

Şehrini göster Pınar'a

Sevgili arkadaşım Pınar tabiri caizse biraz tutuşmuş çünkü kendisi çoğu öğrenci gibi son haftaya bırakmış bir dersinin final projesini, eğer bu durum size tanıdık geliyorsa ve öğrencilik hali diyorsanız belki kendisine yardım etmek isteyebilirsiniz.

Pınar'a Şehir Tecrübelerinin Temsilleri adlı ders için dünyanın çeşitli şehirlerinden fotoğraflar gerekiyormuş. Fotoğrafların ilki sabah uyandığınızda pencerenizden gördüğünüz şehrin fotoğrafı diğeri için ise pek bir kısıtlama yok, günün her hangi bir saatinde şehir içinde ki herhangi bir şeyi çekebilirmişsiniz. Daha ayrıntılı bilgiye Pınar'ın bu projesi için açtığı blogdan ulaşabilirsiniz. Pınar'ın eposta adresine pbudan@bilgi.edu.tr fotoğraflarınızı gönderebilirsiniz.

13 Haziran 2007

Günlüğüme bırakılan yorumlar hakkında

Yakın zamana dek günlüğüme bırakılan her yoruma teker teker cevap yazardım, kimi zaman yoğunluğumdan dolayı çok geç cevap yazdığım da olmuştur ama hiç atlamamaya çalışırdım. Ne var ki çoğu zaman yazdığım yorumlar, "teşekkür ederim" "çok sağolun" tarzı nezaket yorumlarıydı. Nezaket bence çok önemlidir ve hiçbir zaman gereksiz olarak görmem fakat bundan böyle nezaketimi farklı bir şekilde göstermeye karar verdim. Bundan sonra yazdığım konu ile ilgili herhangi bir soru ya da eleştiri dışındaki yorumlara nezaket cevapları yazmak yerine yorum bırakan kişinin kendi günlüğüne yazdığı konular hakkında yorum bırakmaya karar verdim. Bir bakıma iade-i ziyaret :)

Bunun sebepleri;
  1. Bence bu bloglar arasındaki yorum alışverişini arttıracak.
  2. Nezaket yorumları yazmaya üşeniyordum ve hep kafamda önce yorumlara cevap yazar sonra yeni yazı girerim bloğa diyordum, böylelikle hem üşenmemiş hem de kendimi zorlamadığım için günlüğe daha çok yazı yazabilirim.
  3. Yazdığım yorumları takip sistemini (cocomment yardımı ile) yeniden ekledim yan menüye. Böylelikle sizin sitenize iade-i ziyaret için gelip yorum yazdığım da sizin yazınız da listelenecek yan menüden.
Umarım bu yeni kararım bloglar arasındaki bağları kuvvetlendirmeye yardımcı olur.

Bir de tek tıklama ile basit geribeslemeler verebileceğiniz altta gördüğünüz postreach tarafından sağlanan sistemi entegre ettim, yakın zamanda bu sistemin türkçe desteği de gelecek umarım.

PS3 ve Garip Çoban

Sony firmasının oyun konsolu Playstation çoğu zaman farklı ve aykırı reklamları ile dikkat çekmeyi başarmıştır. Playstation 3 için hazırladıkları reklamlar da farklı değil üstelik bu reklamda eski türk rock gruplarından Moğollar'ın Garip Çoban adlı şarkısını kullanmışlar.

Uyarı: reklam filmi cinsellik içermektedir.

12 Haziran 2007

Kişisel prototip üretimi - Bölüm 1

Öncelikle ilk bölümde sanayileşme devriminden beri süregelen sömürgecilik ve üretim furyalarını bildiğim / gözlemlediğim kadarıyla özetlemek istiyorum;

Sanayi devriminden önce el yapımı, basit makinalar ile üretim yapılıyordu, üretim sınırlı ve tabii ki insan gücüne dayalı uzun bir süreçti. Maliyetler çok daha yüksekti. O zamanlarda ucuz işçi gücüne yani kölelere ihtiyaç vardı ve sömürgecilik mantığı genelde köleleştirme ve hammadde üzerine kuruluydu. Sanayileşme devrimi ile daha az insan gücüne ihtiyaç duyuldu, kölelik sadece hizmet sektörü için devam etti ve asıl olarak ham madde sömürgeciliği hız kazandı. Sanayi devrimi ise bambaşka bir sömürgeciliğin önünü açacaktı, tüketim sömürgeciliği... Sanayi devrimi ile yüksek hızda, düşük maliyette ve yüksek kar marjı ile üretilen mallar kısa sürede malların üretildiği sanayileşmiş ülkelerin kendi iç piyasa ihtiyaçlarını karşılayınca para kazanabilmek için bu mallara dış ticaret yolları bulmak şart oldu. İşte bu dönemden sonra tüketim sömürgeciliği başladı. Tüketim sömürgeciliğinde sömürgeci devlet artık işgal ettiği ülkelerdeki insanları köle olarak ülkesinde çalışmaya getirmek yerine onların ülke iktidarını ele geçirip hiç kendi ülkelerine bulaştırmadan çalışmalarını ve kazandıkları paralarla kendi ürünlerini tüketmelerini sağladılar.

Amerika'nın gelişmesi ve dünyada özgürlük ve insan haklarının yaygınlaşması üzerine Amerika sömürgeci bayrağını modern bir yaklaşımla İngiltere'den devraldı ve işgalci sömürgeciliğin yerine daha modern olan yeni bir sömürge sürecini tanıttı dünyaya, "tüketim kültürü sömürgeciliği" adını uygun gördüm bu mantığa. Bu mantıkla birlikte köleliğe artık ihtiyaç kalmıyordu, bu mantığın yürümesi için insanlar tüketimi benimsemeli ve yabancı bir ülkeye mal satabilmek için o ülkeyi işgal etmek gibi dikkat ve tepki çeken davranışlara gerek olmamalıydı. (Irak işgali tamamiyle hammadde ihtiyacına (petrole) dayalı bir durum bence.) Bu mantığa göre tüketime yönlendirilen insanlar (çeşitli pazarlama ve alttan verilen maddeselcilik mesajları ile) sürekli bir tüketim kültürünün içinde yer alacak ve bu kültür içinde kazandığı paraları gene tüketime yatıracaktı. Bu sistem günümüzde bile çok iyi işlemektedir.

Değişim gösteren sadece sömürgecilik mantığı değildi, üretim anlayışında da köklü değişiklikler oldu. Sanayi devriminden sonra "mass production"ın yani seri üretimin her yönden avantajlı olduğuna inanılıyor, talep olmadığı halde mallar elbet bir gün satılır yaklaşımı ile durmadan üretilip devasa depolarda saklanıyordu. İşte o anlayışta bir fabrikanın deposu ne kadar büyük ve doluysa fabrikanın o kadar değerli olduğu görüşü yaygındı. Şimdi ise bir fabrikanın devasa depolarında bekleyen bir çok ürün görmek pek de iyiye işaret olarak algılanmaz. Bu değişimi başlatan Japonya'da ki Toyota fabrikası oldu. Japonya'nın kısıtlı yüzölçümü sebebiyle toprak fiyatları çok yüksek olduğu için fabrikaların ürettikleri ürünleri depolayacak büyük araziler fabrikalar için olduça yüksek maliyetler demekti. Bunu engellemek için yeni bir üretim anlayışı geliştirdiler, bizim üretim bandımız çok hızlı ve seri olmalı, önce malları üretip sonra tüketiciye satmak yerine önce tüketiciden siparişi almalı, küçük serilerle hızlı bir üretim yapmalıyız ve depolamadan göndermeliyiz dediler. Bu mantıklar Just in Time, push-pull ve Lean üretim felsefelerinin oluşmasını sağladı. Toyota'nın kısa zamanda liderliği ile bu felsefeler tüm dünyada kabul gördü ve günümüzde modern fabrikaların temel felsefeleri olarak görülmektedirler.

Son yıllarda değişen bambaşka bir değişim var, bu değişimi sağlayan güç ise Çin. Şu anda dünyanın üretim merkezi haline gelen Çin düşük maliyetleri ile bütün belli başlı üreticileri kendine çekti. Şu anda dünya üzerindeki sistemde firmalar kendi ülkelerinde prototiplerini tasarladıkları, arge çalışmalarını yaptıkları ürünleri Çin'de kurdukları fabrikalarda kendi kalite standartlarında üretiyorlar. Peki bu ne kadar sürer? Çin daha ne kadar süre ucuz işçi gücü sağlayabilir? Bu kadar yüksek bir nüfusa sahip bir ülkenin tüm vatandaşlarının gelir düzeylerinin artması, yaşam standrtlarını arttırması ve bunun sonucu olarak işgücünün pahalılaşması elbette ki çok uzun zaman alacaktır, işte bu sebeple daha çok uzun bir süre Çin'in dünyanın üretim merkezi olacağını düşünmek yanlış olmaz.

Yazının ikinci bölümünde ise yaklaşmakta olan yeni bir sanayi devriminden ve bunun endüstriye, üretim yaklaşımlarına ve insanlar üzerindeki etkilerine değineceğim.

6 Haziran 2007

Pinguar

Türk toplumunda sıkça gözlemlediğim bir şey var, gerçekten beğendiğimiz şeylerden pek etrafımıza bahsetmiyoruz. Bunu biliyorum çünkü ben kendim de bile bunu gözlemliyorum çoğu zaman. Birşeyi beğenmediğimiz zaman hemen eleştiriyoruz ama beğendiğimiz şeylere karşı çoğu zaman sessiz kalıyoruz. Ben de çoğu zaman sessiz kalıyorum halbuki beğendiklerimizin de övgüye ihtiyacı var bence. Bilmiyorum belki bir şeyi açıkca övmek bize ters geliyordur, yediremiyoruzdur belki de kendimize ama sebebi herneyse ben bunu değiştirmek istiyorum.

Pinguar adlı bloğun sahibi Pınar Yanardağ'dan ilk kez Türk Blog Yazarları sayesinde haberim oldu. Kendisi 21 yaşında ve linux - açık kaynaklı yazılımlar üzerinde bir çok proje üzerinde çalışmış ve çeşitli seminerler vermiş. Pınar'ın Kadınlar ve Linux hakkındaki sunumuna sadece linux ile ilgilenenler değil bence kadınların bilişim sektöründe azlığından yakınan tüm erkekler göz atmalı bence. Pınar Linux Kullanıcıları Derneği tarafından 2007 yılında en çalışkan penguen seçilmiş. (penguen linux işletim sistemi resmi logosudur) Bunun dışında sanırım Pınar'ın Web 2.0 olarak adlandırılan her serviste bir üyeliği bulunmakta. Pınar klasik gitar çalıyor, çeviriler ve makaleler yayınlıyor ve boş vakitlerinde fantastik öyküler yazıp manga çiziyor. Son olarak hem günlüğünü hem de internet sayfasını çok beğendim. Hakkında bir çok bilgiye ulaşabiliyor ve tüm çalışmalarını yakından takip edebiliyorsunuz.

Bence Pınar bilişim sektöründe çalışmak isteyen kadınlarımız için çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Kendisiyle hiç tanışmadım ama gerçekten saygı duyuyorum, umarım aynı çizgide azimle devam edersin Pınar.

Bastır Mastır ve boyun yalama

Bu yanda gördüğünüz fotoğraf Taksim metro istasyonunda bir reklam panosunda yer almaktadır. Şimdi sevgili reklamcı arkadaşlar; Türk Dil Kurumu'nda "mastır" diye bir kelime yoktur ne var ki Google'da mastır diye aratırsanız bu kelimenin oldukça yaygın kullanıldığını göreceksiniz. Tamam yabancı sözcükleri türkçemize katma gayretiniz takdire şayan ama zaten master kelimesinin o anlamdaki türkçesi "yüksek lisans" olarak mevcuttur, bu mastır kelimesini okuyan ve düzgün bir ingilizce ve türkçe dil bilgisine sahip insan sizin reklamını yaptığınız programlardan koşarak kaçar. Hayır madem Work&Travel'ı ingilizce yazmayı biliyorsunuz, Master'ı da olduğu gibi yazın. Yabancı özentiliği biraz su yüzüne çıkmış sanki ürettiğiniz "mastır" kelimesinde;

-Abi master'a havalı bir isim lazım, yüksek lisans havasız kaçıyor
-Tamam o zaman okunduğu gibi yazalım mastır olsun
-Vaay çok yaratıcısınız

Bunun dışında geçenlerde arabayla giderken yol üstünde bir fotoğraf stüdyosu vitrini dikkatimi çekti, hani fotoğraf stüdyoları camlarında stüdyolarında çekilmiş yeni evli çiftlerin fotoğraflarını yayınlar ya, işte en yaratıcı yeni evli çift fotoğrafını gördüm orada;
"Damat gelinin boynunu yalıyordu!"
Hani tamam zevkler tartışılmaz, fantezi kulvarında böyle bir fotoğraf çektirmek istemiş olabilirsin ama bunu yayınlamalarına izin vermekteki mantık nedir? Arabayla geçerken stüdyonun camında bebek fotoğrafları, yeni evli birbirine sarılmış mutlu çiftlerin fotoğraflarını izlerken bir anda yüzünde şeytani bir gülümseme ile gelinin boynunu yalayan bir damat görmek garip oluyor gerçekten. Olayın şoku ile o vitrinin fotoğrafını çekemedim ne yazık ki...

29 Mayıs 2007

Gerçek herşeye rağmen ortaya çıkar

Joanna Newsom

İlkbaharın son günlerinde, ilkbaharı en güzel uğurlayabilecek, umut dolduran, hayal kurduran bir şarkı.Peach, plum, pear Joanna Newsom'dan geliyor.

Bu arada ben kakülü gerçekten seviyorum, çok seviyorum.

27 Mayıs 2007

Turkcell Mobil Gelecek


Uzun süredir yazamıyorum, cuma günü Turkcell Mobil Gelecek Yarışması'na başvurdum son başvuru gününde, ayın 23'ünde haberim oldu yarışmadan, 2 gün içinde 15 sayfalık proje raporu hazırlayıp Cuma günü bireysel başvurumu yaptım. Basit ama oldukça faydalı ve bağımlılık yaratabilecek bir fikir oldu bence cep telefonu kullanımı için. Bakalım hayırlısı ama ön eleme sonuçları sanırım 24 Ağustos tarihinde duyurulacak, oldukça uzun bir süre var yani. Başvuru belgesinde imzaladığım anlaşma gereği fikri buradan açıklayamıyorum.

16 Mayıs 2007

Hidrojen enerjisi

Hidrojen enerjisi hakkında Prof. Dr. T. Nejat Veziroğlu ile yapılan çok güzel bir röportaja potkal sayesinde ulaştım. İlgimi çekmez diyorsanız bile size bir vizyon katması açısından mutlaka okumanızı öneririm.

Bu arada Potkal gerçekten inanılmaz bir röportaj arşivi olma yolunda ilerliyor, nereden nasıl tarayıp buluyorlar bu röportajları bilmiyorum çünkü yapılan röportajlar sadece tek bir konu ile değil bir çok ilginç konudan çok güzel röportajlar var. Benim içinde bir hesap açmışlardı aslında sen de ekle bulduğun röportajları diye ama utanarak söylüyorum ne yazık ki hiç zaman bulamadım, bir de ben bu kadar ilginç röportajlara denk gelemiyorum internette neden bilmiyorum belki de haber alma kaynaklarımı güncellemem gerek :)

Ya şimdi tekrar bakıyorum siteye hakikaten nereden buluyorsunuz, nasıl bir google araması yapıyorsunuz bu röportajları bulmak için? Günde kaç RSS okuyorsunuz? Kaç site takip ediyorsunuz? Nedir sırrınız :)

12 Mayıs 2007

Sosyal firmalar rehberi

Mert Alemdar'ın günlüğünde gördüğüm bir haberi paylaşmak istedim. Nasil1firma.com adında yeni bir site açılmış, burada insanlar sansürsüz olarak çalıştıkları veya iş görüşmesine gittikleri firmalar hakkında deneyim ve fikirlerini paylaşıyorlar. Bence gerçekten güzel bir proje. Böylelikle firmalar sadece isimlerinin arkasına saklanamıyor ve onlar hakkında ki içeriden gelen anonim fikirleri de duyma hakkına sahip olabiliyorsunuz.

Amerika'da bu tür popüler yayınlar bile var aslında, Amerika'nın çalışılacak en iyi 100 şirketi vs adı altında. Eğer nasil1firma.com'da ileride bu tür bir genişleme yapıp toplu ve sosyal oylarla belirlenmiş ve sektörlere göre ayrılmış bir liste hazırlarsa bence yerinde olur.

Bunun dışında Amerika'da gördüğüm faydalı bir sistem daha var. Türkiye'de erkeğin maaşı kadının yaşı sorulmaz diye bir deyim vardır. İşte bu servis bu deyimi yıkacak nitelikte (hanımların yaşı afişe edilmiyor merak etmeyin :) ) Kullanıcılar bir servise üye olduktan sonra anonim olarak çalıştıkları sektörü, iş yerindeki pozisyonlarını ve aldıkları maaşları ve prim + sigortayı yazıyorlar. Birçok kişi bu şekilde giriş yaptıktan sonra işin eğlenceli kısmı başlıyor, aldığınız maaşı diğer şirketlerde sizin pozisyonunuzda olanların maaşlarıyla karşılaştırabiliyorsunuz, böylelikle enayi yerine mi koyuluyorsunuz yoksa çok mu şanslısınız anlayabiliyorsunuz. Arama sırasında hangi şirketlerin ne kadar maaş verdiklerini de aşağı yukarı görebiliyorsunuz. Bence mutlaka bu yönde de bir site açılmalı veya nasilbir1firma.com bu yönde de bir çalışma yapmalı ama tabii ki anonimliğe ve güvenliğe önem vermeli (mesela kişilerin gerçek ad ve soyadları kesinlikle sorulmamalı).

Bu gibi servisler sayesinde sosyal internetin kullanıcılarına önemli geri dönüşümleri olabilir. Hem Türkiye'de iş dünyasının profesyonelleşmesi hem de haksızlıkların sona ermesi açısından bu tür servisler mantıklı olacaktır.

11 Mayıs 2007

Kraldan çok Kralcı

En fazla kral hangi ülkede yaşar derseniz düşünmeden cevabım Türkiye'dir. Hani "kraldan çok kralcı" diye bir tabir vardır ya ülkemizde, nasıl doğru bir laf anlatamam. Ya bütün bu kralcılar beni buluyor ya da çoğunluk meslek olarak "kralcılık oynuyor" ülkemizde.

Bana çok ilginç teklifler geliyor bu kralcılardan. İstanbul'a döndükten sonra askerliğe daha var boş durmayayım diye bir iş arıyorum, iş için görüşmeye gittim.

-Yıldız Teknik'ten mezunsun, Amerika'da yüksek lisansını yapmışın, yabancı dilinde var ama askerliğini daha yapmamışın, tamam o zaman bedavaya seni fabrikamda çalıştırayım askerliğine dek iş hayatını öğrenirsin...

Güzeeeel... OSS'de ilk 10,000'e girip 4 sene mühendislik oku, Toefl'da 300 üzerinden 275 al, sonra Amerika'nın batı yakasındaki en eski, 150 yıllık üniversitesinde, Silikon vadisinde çalışan mühendislerin %60'nın mezun olduğu okulda 2 sene yüksek lisans yap, bir yıl da iş tecrüben olsun sonra gel Türkiye'de kralcının fabrikasında bedavaya çalış. İş çıkışında da patronun evine temizliğe giderim hizmette kusur kalmasın diye... Hayır eğer ihtiyacın yoksa iş yok dersin ama bedavaya çalış diyerek neyi zorluyosun ki?

Bloğumda Plugoo eklentisi kurmuştum, işte bloğuma giren ziyaretçiler isterlerse msn üzerinden hemen benimle konuşabilsin diye. Oradan da çok güzel teklifler geliyordu. En son dün 3 kişi birden kendi bloglarındaki Google reklamlarına "tıktıklar mısın" dedi. Tabii canım benim sanal alemde ki lakabım "TıkTıkçı Mert" zaten... Google reklamı gördüm mü dayanamıyorum hemen tık tık, alışkanlık oldu bende söyleminize bile gerek yok. Gittiğim her sitede Google reklamı "tıktık"lamadan çıkmam. Biz de senin bloğundakilere tıklarız diyorlar. Güzel arkadaşlarım bloğumu çok güzel gezmişiniz ama ben 3 yıldır blog yazıyorum ve daha bir kere bile bloğuma reklam almadım, nereye tıklıycan? Bir kişiden gelse bu istek neyse, aynı gün içinde 3 kişiden gelince bende sigortalar attı ve bugün itibari ile kaldırdım tabii ki plugoo eklentisini.

Bende genel olarak dışarıdan enayi/saf görülme durumu da mevcut galiba, hiç unutmam 2 yıl önce bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim, arabayı park ettim, tam apartmana giricem birisi arkadaş bir baksana dedi, ben de adres sorucak sanıyorum;

-Buyrun
-Ya bizim bir piyano vardı da 4.katta, onu iki kişi sırtlanıp şu kamyona koyalım hadi
-Piyano? 4.kat? iki kişi?

Güzeeeel... Ya tamam türk insanı yardımseverdir ama bir yere kadar be... Sokaktan tanımadığım birisinin piyanosu için benden kafamı yarmayı, belimi çıkarmayı göze almam mı bekleniyor anlamıyorum.

Bir de en çok şaşırdığım şey kralcı insanlar bu isteklerini o kadar rahat dile getirirler ki sanırsınız dünyanın en normal şeyini istiyorlar sizden hatta sanki size iyilik yapıyorlar. Daha önce kimse bunlara birşey demediği için mi bu kadar rahat oluyorlar yoksa rahat görünürsem yuttururum ayağına mı yatıyorlar orası meçhul.

Benim asıl merak ettiğim bu tür kralcı istekler neden hep bana denk geliyor? Alnımda bir yerde benim okuyamadığım bir yazı mı yazıyor nedir ben de anlamadım.

10 Mayıs 2007

Senin Olayın Ne Alp?

Az önce Kinetix'in bir reklamını izledim televizyonda, reklamda Alp adlı arkadaşımız bir otobüse biniyor ve 4 durak boyunca ayakları hiç yere basmadan maymun gibi otobüsün içinde ilerliyor, buyrun önce izleyelim;



Şimdi sevgili Alp arkadaşımız, olay ne biliyor musun... Sen şu hareketleri gerçek hayatta bir otobüste yapsan önce şöför bey sonra da yolcular 4 durak boyunca seni bir güzel döverler. Milletin elleriyle tuttuğu yerlere sen maymunluk yapıcam diye İstanbul'da gezdiğin ayakkabılarla basarsan o reklam filminde gülümseyen yaşlı amca bile bastonu ile sana hamle yapar. İşte bizim olayımız budur Alp'cim.

Şimdi yaratıcı reklam var, abuk reklam var, ikisinin arasında da fark var...

Yeni internet kanunu

Lyn yeni çıkan 5651 sayılı İnternet kanunu hakkında ki kafasındaki soru işaretlerini ve bu kanunun blog yazarlarına etkilerinden bahsetmiş, bence mutlaka okuyun.

9 Mayıs 2007

Anlamlı ve etiksel aramaya geçiş süreci

Pazar günü yazdığım Google'da arama sonuçlarını hakkında, yazının sonunda Google'a sormuştum "Neden google bütün bu garip aramalar benim bloğuma yönleniyor" diye, aslında tabii ki sebebini gayet iyi biliyorum ama yazıyı komik bağlamak adına öyle yazmıştım. Ben Ağustos 2006'da porno yüzyılı başlıklı günümüzde dayatılan ve ön plana çıkarılan seks ve porno kültürü hakkında 2 bölümlü eleştirel bir yazı yayınlamıştım ve tabii ki Google bloğumu indekslerken yazının içinde geçen porno ve seks kelimelerini de indeksledi. Aslında "porno" aratmasında tabii ki ilk sıralarda çıkmıyor benim bloğum, kim bilir kaçıncı sayfada çıkıyordur ama bu aramayı yaptıranlar galiba o kadar "azimliler" ki sayfa sayfa üşenmeden tüm bağlantıları inceliyorlar sanırım :)

Şimdi burada şöyle bir sorun çıkıyor, siz bir konu hakkında negatif, eleştirel yönde bir yazı yayınlamışsınız ama aramayı yapıp sizin sitenize uğrayanlar çoğunlukla farklı amaçla geliyorlar ve aradıklarını bulamıyorlar :) İşte bunun üstesinden nasıl gelinebilir? Belki ileride arama motorları indeksledikleri sayfaların içeriklerini profesyonelce algılayabilecek ve yazının konu hakkında pozitif ya da negatif yönde olup olmadığını, içeriğin cinsini algılayabilecek...(bu aslında hem çok güzel bir gelişme olur hem de biraz korkutucu bir gelişme olabilir düşünebilen, öğrenebilen yapay zeka olarak düşünürsek) Ama bence daha o seviyeye gelmelerine uzun süre var. Peki soru şu, bu süre içinde geçici bir çözüm olabilir mi?

Bu konu üzerinde biraz düşündüm, aklıma pozitif-negatif fikri geldi. Fikrimi şöyle açıklayabilirim, siz Google'dan bir arama yaptığınızda o konu hakkındaki hem pozitif düşünceye sahip hem de belki negatif (eleştirel) düşünceye sahip sonuçlar çıkabilir karşınıza. Demokratik bir ortam olması için iki sonucunda çıkması gereklidir. İşte asıl sorun bu iki farklı düşünceyi nasıl ayrıştıracağımız. Bu ayrıştırmayı şu an içeriği algılayamadığı için bilgisayar sistemleri otomatik olarak yapamaz, o halde insan gücü gereklidir. Peki ama tüm bu içerikleri bir kaç çalışan incelemeye kalkarsa hayatlarını sanırım bu işe adamaları gerekir. Bu durumda sosyal internet kavramını devreye sokmak gerekli. Şöyle düşünün bir konu hakkında arama yapıyorsunuz, bu konu hakkında çıkan bağlantılardan birine tıklıyorsunuz, inceliyorsunuz, sonucun aradığınızın aksine eleştirel bir bakış açısı getirdiğini görüyorsunuz, tekrar geriye Google'a dönüp aramanıza devam ediceksiniz. İşte bu noktada Google'da az önce tıkladığınız bağlantının altında ufak bir düğme olsa, "içerik eleştirel" tarzında. Bu düğmeye tıkladığınızda hiç sayfa yenilenmeden (muhtemelen ajax teknolojisi ile) geribeslemenizi bildirebilseniz Google'a ve kaldığınız yerden devam etseniz. Bir sürü kullanıcı bu sistem ile geribesleme sunsa ve diyelim ki 10 kişi içerik eleştirel dedi, işte o zaman Google mühendisi minimum 10 tane geribesleme alan bağlantıdaki içeriği inceler ve son onayını verdikten sonra içerik "..." araması hakkında eleştirel olarak etiketlenebilir. Peki bunun faydası ne olabilir? Porno diye aratan bir kişi muhtemelen porno içerik bulmak istiyordur, "pornonun zararları" şeklinde aratan bir kişi ise muhtemelen porno hakkındaki eleştirel sonuçları bulmak istiyordur. İşte pornonun zararları aramasını yaptıran bir kişinin karşısına Google "porno" araması hakkında eleştirel olarak etiketlenmiş sonuçları getirebilir böylelikle bu eleştirel yazıların içinde "zararları" kelimesi geçmese bile bir bakıma arama motoru zekasını kullanarak bu sonuçları çıkarabilir. Bunun dışında kolaylık olsun diye negatif fikirli eleştirel yazılar için bir arama kısaltması kullanılabilir, örneğin (-) işareti, "porno (-)" aramasını yaptığınızda karşınıza sadece porno hakkındaki eleştirel yazıların bağlantıları çıkar.

Değinmek istediğim son bir konu daha var, bir önceki yazımda komik bir yazı olduğu için ve kimsenin keyfini kaçırmak istemediğim için bahsetmemiştim ama çocuk pornosu ve benzeri aramalarla da siteme gelen bir çok kişi oluyor... Başka çarpıcı bir örnek ise burada, Google üzerindeki tüm dünyada "child porn" aramasında en fazla bu aramayı yapan ilk dört şehir Türkiye'den İzmir, Adana, Ankara ve İstanbul'a ait... Bu üzücü ve çarpıcı bir gerçek ve bence Google Türkiye'nin burada etik bir sorumluluğu var. Eğer bir warez sitesine gidiyorsanız Google sizi uyarıyor, bu siteden indireceğiniz dosyalar bilgisayarınıza zarar verebilir şeklinde, işte bence aynı uyarıyı Google Türkiye çocuk pornosu için de yayınlamalı. Mesela "child porn" veya benzeri aramalarda bir uyarı sayfası göstermeli ilk önce, peki bu uyarı sayfasında ne yazmalı?

Öncelikle internet üzerinde porno sektörü merak üzerine kuruludur, önce bir merak oluşturulur daha sonra da bir şekilde "üzüm üzüme baka baka kararır" mantığıyla insanların bu tür içeriğe merakları artmaya başlar. İnsanlar bu sitelere girip sadece resimlere bakarak meraklarını giderdiklerini sanarlar ama aslında farkında olmadıkları birşey vardır, bu sektöre aynı zamanda maddi olarak da yardım yaparlar farkında olmadan. Şöyle ki, bir internet sitesinin aldığı ziyaretçi sayısı ne kadar çok ise o siteden alacağı reklamların site sahibine geliri de o derecede çok olacaktır. İşte bu gelirlerin bir kısmı da "yeni içerik" bulmak amacıyla ne yazık ki birçok masum çocuğun bu alanda suistimal edilmesine maddi kaynak olarak kullanılır. Bir çok kişi sadece bakarak, üye olmadan, para vermeden bir suç işlemediklerini düşünse bile aslında sadece bakmaları bile bu sektörün ekmeğine yağ sürmekte ve onlara para kazandırmaktadır. Bunun önüne geçmenin tek yolu ise bu sektörlere olan talebi azaltmak ve kapalı toplumlarda sıkça görülen cinsel merakın önüne geçmektir, bu da ancak bilinçlendirme olarak gerçekleştirilebilir.

İşte Google Türkiye'nin yapması gereken bu tür içeriği arayan anahtar kelimelerde bir uyarı sayfası çıkarmak ve bu sayfada çarpıcı istatistiklerle bu sektörün çarkının nasıl işlediğini ve sadece bakarak bile, düşünmeden oluşan merakımızın bile dünyanın başka bir yerinde ki çocuğun yaşamını nasıl değiştirebileceği, kabusa çevirebileceği açıklanmalıdır. Buna rağmen aramaya devam etmek isteyenler için (akademik ya da farklı bir çalışma amaçlı arayanlar olabilir, mesela ben de bu yazıyı yazarken istatiksel trendleri bulabilmek için Google'da bu aramayı yapmak zorunda kaldım) uyarı sayfasının altında aramaya devam et bağlantısı ile arama sonuçları listelenmelidir. Bunun dışında çocuk pornosu içeren siteler elbette listelemelerde hiçbir şekilde yer almamalıdır ve düzenli olarak bu kontrol edilmelidir.

Bence çocuk pornosuna bu kadar meraklı bir ülkede (yukarıda bahsettiğim gibi dünyada Google üzerinden bu tür aramaları en çok yapan şehirlerden ilk dört açık farkla Türkiye'den) alınabilecek minimum tedbirlerden biridir bu, aksi takdirde bir sonraki nesilde çok büyük sosyolojik problemlerle karşılaşabiliriz. Son olarak bu tür tatsız konulardan bahsettiğim için özür dilerim ama unutmayın ki Google'dan Türkiye'nin çocuk pornosu hakkında ki merakını bir tek biz değil kötü niyetli kimseler de gözlemlemiştir ve bu kişiler en çok talep neredeyse oraya odaklanırlar. Bu tür şeyler bir tek kınanarak durdurulamaz işte bu yüzden bu konuları utanmadan sıkılmadan tartışıp çözüm üretmemiz gereklidir.

6 Mayıs 2007

Google arama sonuçları

Google Analytics sayesinde Google'dan hangi aramalar sonucu siteme ziyaretçi geldiğini görebiliyorum, son 1 hafta içinde Google'dan bloğuma gelen ziyaretçilerin yaptıkları arama sonuçlarından en "orjinal" olanlarını yorumlarımla birlikte paylaşmak istedim;

porno film bakmak istiyorum: böyle Google'a emrivaki yaklaşımlara bayılıyorum, isteği hakkında yoruma zaten gerek yok

youtube mahkeme kararı ile kapanmış oraya nasıl girebiliriz: Google'ı bir dost bilip ona soru cümlesi kuran arkadaşım, sen bu aramayı bu hafta içinde yapmışın ama Youtube yeniden açılalı çok oldu, biraz geriden takip ediyoruz sanırım

cıbıldak porno: ahaha bu benim en beğendiğim arama, o nedir arkadaşım? Öyle birşey mi var? Nasıl bir insan böyle bir arama yapabilir? Hem porno hem de cıbıldak bak sen...

hosteslik yapmanı zorlukları: öncelikle "n" harfini atlamışınız, en büyük zorluğu getir-götür işleri çok oluyor.

amerikaya ressam olarak vize almak: portfolyonuz ile amerikan konsolosluğuna başvurun, resimlerinizi beğenirlerse vizenizi verirler.

sharon stone boyu kaçtır: bence 1.65 falan

kendİnİ hİssetmeme: i leri büyük yazan arkadaşım bir silkelen kendine gel lütfen

biz böyle değildik: Google'dan bir teselli, bir dost omzu arayan arkadaşım, haklısınız değildik, nerede o eski günler...

dedelerimizin küçükken oynadığı oyunlar. : Ahah en beğendiğim ikinci arama, sonuna bir de nokta koymuş. Arkadaşım dedelerimiz küçükken saklambaç, elim sende ve hatta seksek oynarlardı, şimdi ki çocuklar ise tüm gün bilgisayar başında cıvcıv atari tek dertleri...

hafifçe ısır : eheh bu da güzel, tamam ama bazen dozunu kaçırabiliyorum acıtırsam söyle

vikipedide çevreyi kimler nasıl kirletiyorlar: vikipedide çok şerefsizler var, geçen gün birini yakaladım yere çöp atıyordu, çektim kulağını hemen, burası vikipedi ayağını denk al dedim ama kimseyi de ispiyonlamak istemiyorum şimdi buradan, onlar kendilerini biliyor.

hapishanede seks: tavsiye etmiyorum

popüler lise kızı nasıl olunur: Hah hep Güzin Abla'ya özenmiştim işte karşıma bir fırsat, sevgili kızım... Hayatta hedef aldığın değerleri yeniden gözden geçirmeni öneririm. Bence sen bu genç döneminde derslerine odaklanıp başarılı bir talebe olmaya gayret göstermelisin. Liselerdeki popüler kızlara bazen başka isimler de takarlar, popülerlik uğruna hafif bir kız olmanı hiç istemem ama illa ki popüler olmak istiyorum diyorsan etek boyunu kısaltmanı önerebilirim.

popiler porno : popiler değil güzel arkadaşım popüler, popiler nedir? Popiler olsa olsa sevimli bir çizgi film adı olabilir. Sevimli köpek ailesi "Popiler" yeni maceralarıyla Baby TV'de sakın kaçırmayın.

windows açılmıyor yanıp sönüyor: Yanıp sönüyor? ne yanıyor ne sönüyor? Bir derdi var işte Windows'un size anlatmaya çalışıyor, dili yok ki nasıl anlatsın derdini başka türlü zavallıcık...

kulaĞim tikandi: ğ'yi büyük yazan arkadaşım, geçmiş olsun, acil şifalar dilerim

pota kadu: bunu anlamlandıramadım acaba posta kodu mu demek istemiş? Posta kodunu Google'a sormanız çok mantıklı ama isterseniz bir de postacınıza danışın.

Daha böyle yüzlerce orjinal arama sonuçları var, inanın hepsi gerçek, ekran görüntüsüyle ispat edebilirim zaten takdir edersiniz ki bu kadar yaratıcı aramaları kendi başıma uyduramazdım.

Şimdi sevgili Google sana bir sorum var, bak bu sefer ilk kez ben de sana bir dost gibi yaklaşıyorum, insanca soru soruyorum...

Neden bütün abuk subuk pornocuları benim siteme yönlendiriyosun GOOGLE? Ben bu ziyaretçileri hak edicek ne yaptım? Cevap veremediğin aramaları, soruları bana mı havale ediyorsun? Çöplük mü benim bloğum? Neden Google... Neden?

Şimdi anlaşıldı neden "mert" diye aratınca ilk benim sitemin çıktığı, ben de sanıyordum ki...

5 Mayıs 2007

İki canavar


Deniz ve Maco
Video sent by mertulas

4 Mayıs 2007

Google'da Mert

Türkiye içinden Google'da Mert diye arattığınızda ilk çıkan siteye dikkat ettiniz mi hiç?

Bu site benim ilk web sitesi denememdi. O zaman üniversitenin ilk yılları sanırım 2000 yılı falan... Benim saçlar uzun böyle fotograflarda var çok komik. Şimdi bu siteyi yaptığım zamanlarda Yahoo'nun Geocities adında bir servisi vardı (gençler bilmezler eheh), bedavaya alan veriyordu çok büyük birşeydi o zamanlar için ama tabi reklam destekli... Neyse ben de hemen yaptım kendime bir site, gene o zamanların internet akımlarından etkilenmişim altta kayan yazı ile siteme hoşgeldiniz falan yazıları... Sitede ortada da bir fotograf vardı ama silinmiş o zamanla ahah. Neyse benim bu dandik sitem şu anda Google'da Mert adlı aramada ilk sırada 26,7000,000 sonuç arasından. (en azından türkiye içinden yapılan aramalarda)

İşin boktan yanı da artık Geocities Yahoo Web 360 mı ne olmuş, geocities'e giremiyorum, hiç bir şekilde o siteyi silemiyorum, değişiklik ya da yönlendirme yapamıyorum ve o sitede 1.sırada inatla... Anlayacağınız enkaz bir site olarak birinciliği koruyor kendisi ve bu gidişle ineceği de yok çünkü Blogger'da 2.5 yıldır yayınladığım bloğum bile 3.sırada Mert diye aratınca. Yani 2.5 yılda yetişememişim o ilk yaptığım sitenin popülerliğine. Pagerank'i 3 bu ilk yaptığım sitenin, benim şu anki bloğumun pageranki 4 ama gene de 1. olamıyor.

Benim bir altımda Mert.com alan adını almış 1969 yılında kurulmuş koca şirket var ama 2000 yılında benim Geocities'de yaptığım kıçı kırık sitenin altında kalmış... Ben o fabrikanın sahibi olsam kudururdum :)

Bir de o zamanlar anytimenow diye bir e-posta servisi kullanıyormuşum, eh onun da şifresini unutmuşum, kimbilir ne e-postalar gelmiştir o adrese eheh... Bir de sitede yazmışım "sizin de beğendiğiniz yazı veya fotoğraflar var ise lütfen e-posta ile iletiniz" diye, valla siteyi açtığım zamanlarda bir kişi bile eposta atmamıştı, bundan sonra attıysa da okuyamıyorum kusura bakmasınlar. Neyse eğer benim uzun saçlı halimi merak ediyorsanız 26 milyon 700 bin Mert'in tepesine çıkmış Mert Ulaş'ın ilk sitesine alalım sizi de :)

(not: o zamanlar da penguen-fors takma adını kullanıyordum o yüzden adını öyle koymuşum :) )

Bu arabayla Şişli'ye gidemezsin!

Siz yeni bir araba alıyorsunuz, fiyatta anlaşmışınız parası neyse vereceksiniz sonra satıcı size diyor ki;

-Ha arkadaşım yalnız sen bu arabayla Şişli'ye, Kadıköy'e ve Sarıyer'e gidemezsin !
-Neden?
-Yasak

Böyle bir diyalog çok garip geliyor değil mi? Aslında değil çünkü şimdiden ve bilmeden bu tür yasaklarla dolu birçok DVD oynatıcı, elektronik alet alıyorsunuz.

Normal koşullarda Amerika'da parasıyla satın aldığınız bir DVD'yi Türkiye'de izleyemezsiniz, ha izlersiniz şöyle 5 tane bölge kodu değiştirme hakkınız var, bir amerikadan gelen dvd, bir türkiyeden gelen dvd, sonra bir avrupa bir ingiltere bir de çin'den gelen dvd seyrettiniz hakkınız bitti bundan böyle son kullandığınız bölgenin kodu (bu durumda çin) dışından satın aldığınız dvd'leri izleyemiyosunuz. Teknolojik uyumsuzluk mu? Hah tabii ki hayır, teknolojik olarak hiçbir sorun yok ama bu kilidi yapan kafalar sorunlu... Bunun sebebi tabii ki bazı şirketlerin ticari karı başka hiçbir sebebi yok.

Elbette kısa süre içindebu kod kırıldı ve herkes bilgisayarında istediği bölgeden istediği filmi istediği kadar izlemeye başladı... Yasal mı? Değil, sürekli dünyayı gezen biriyseniz dvd oynatıcınızı 5 kereden sonra çöpe atıp yenisini almanız gerekli bu adamların mantığında, ya da suçlu korsan durumuna düşeceksiniz. Bilgisayarlar da kırıldı ama hala TV'ye bağladığınız çoğu DVD oynatıcı da geçerli olan bir sorun. (onlar da uzaktan kumandadan kod girerek kırılıyormuş galiba) Ha diyceksiniz ki ya ben zaten yurtdışından DVD almıyorum ki hiç... Peki ya bir kaç sene sonra size derlerse ki bundan sonra şu şirketten çıkan DVD'ler den başka DVD oynatamayacaksın cihazında? Sınırlayıcı zihniyetin sonu var mı? İran'da mollalar başbakanları yaşlı başı örtülü öğretmeninin elini öptü diye yaygara çıkarmışlar, neymiş kadın eline değmek günahmış, başbakanda kendini savunuyor "ama elinde eldiven vardı sayılmaz o" diye... Sınırlayıcı mantığın sonu var mı? Biri dini alet ediyor diğeri de parasal kazancını, geri kalan mantık aynı...

Ben bir kaç ay önce bir mp3 oynatıcı satın almıştım, dizayn ve kullanılabilirlik olarak gerçekten çok güzel bir cihaz ama bir sorunu var... Yalnızca windows işletim sistemi altında çalışıyormuş... Yani kısaca cihazı üreten firma Microsoft'dan para yemiş ve sadece Windows Media Player ile senkronize olmasını sağlamış. Linux kullanıcıları diyor ki "tamam siz kaynak kodunu verin, sürücülerini biz yazıcaz" cevap olarak "bu şirket kurallarımıza aykırı" yani Microsoft'un çıkarlarına aykırı. Teknoloji olarak bir yenilik yok kullanıcıya sunulan, aslında sadece Windows uyumlu yapmak için daha bile fazla para harcıyorlar. Şimdi sırf bu yüzden mp3 çalarımı satacağım ve bir daha hiç Iriver markası satın almayacağım.

Şimdi son olarak Digg'de bahsi geçen HD-DVD olayına dönersek, DVD'leri kısıtlamaya çalışan aynı mantık yeni bir teknoloji çıktığında gene iş başında. Eğer bu kod kırılmamış olsaydı hiç bir linux bilgisayar yeni nesil HD-DVD'leri okuyamayacaktı. Tabii bundan kim kazançlı çıkacaktı? Büyük şirketler gene... Parasını verip satın alabilirsin ama linux'ta oynatamazsın diyorlar yani, tıpkı parasını verip arabanı alırsın ama Şişli'ye giremezsin gibi, peki ya Şişli'ye taşınırsanız?

3 Mayıs 2007

Güncel

Bir süredir günlüğüme yazamıyordum, üzerimde bir bezginlik var sebebini bilmediğim ama yavaş yavaş elimi tekrar alıştırmam lazım :)

Yazmadığım süre için de Genelkurmay'dan Türkiye'de internet yeterince kullanılmıyor diyenlere nispet olacak şekilde tahminim dünya tarihinde bir ilk olan sanal muhtıra geldi. Bence bu muhtıranın internet ortamından duyurulması oldukça mantıklıydı çünkü Genelkurmay Başkanı aslında 12 Nisan'da çok benzer açıklamalar yapmış ama pek dikkate alınmamıştı, sanki sadece "Genelkurmay Başkanı'nın sözleri" olarak yorumlanmıştı, benzer ve daha sert dilli bir açıklamayı resmi internet sitelerinden yaptıklarında ise "Askerden muhtıra" adını aldı... Demek ki açıklamayı nasıl yaptığınız bile bir konudaki ciddiyetinizi medya önünde değiştirebiliyor. Bunun dışında internet üzerinden yapılması sayesinde tüm basın organlarına aynı anda, sansürsüz olarak iletilmiş oldu bir bakıma. Tabii ki tüm halka da, üstelik hiç bir kelimesi sansürlenmeden, atlanmadan ve anında. Ordu profesyonel bir kurum olduğu için teknolojiyi kullanması da gayet mantıklı. Gönül isterdi ki muhtıra vermeye ihtiyaç duymasaydı ordu, işler bu kadar gerilmeden uzlaşmacı bir politika izleyebilseydi iktidar partisi...

Bunun dışında hayatımda ilk defa gözlemlediğim, Ankara ve İstanbul'da ailecek piknik gibi gidilebilecek olaysız mitingler yaşandı, gerçekten güzel sahnelerdi. 1 Mayıs mitingi için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ne yazık ki, o geçmiş yılların kopyası gibiydi. Biraz da çok üst üste gelmişti sanırım olaylar... Polis köprüden geçen neredeyse her arabayı durdurup aramış, herkes çile çekmiş ama düşünüyorum da bir araba infilak etse köprü üzerinde 1 Mayıs günü sanırım bunun etkileri çok daha büyük ve yıkıcı olurdu, o bakımdan kontrolleri çok da eleştiremiyorum.

Sanırım ilkbahar ayları insanların içindeki reform duygularını harekete geçiriyor çünkü reform kokusu sadece ülkemizde değil sanal platformda dünyada da kendini gösterdi. Digg adı verilen ve oylama usulü işleyen kullanıcı tabanlı haber sitesinde HD-DVD lerin kodu kırıldığı haberinin sansürlenmesi üzerine yüzlerce Digg yazarı bu haberi yaymaya başladı ve sonunda pes eden Digg oldu. Bu kod ve arkasındaki yaklaşımı bir sonraki yazımda daha net açıklamaya çalışacağım.

Bunun dışında bana yeni araba alındı. Amerika'ya gitmeden önce peugeot 206 kullanıyordum, kriz zamanında almıştık, sonra Amerikaya giderken babam nasılsa kimse kullanmayacak bu arabayı satalım demişti ben de olur demiştim, kriz dönemi alıp piyasaların açık olduğu bir dönemde sattığımız için o arabanın satışından kar bile etmiştik. Sonra o parayı bankada döviz olarak tuttuk ve ben 2.5 yıl sonra döndüğüm de bankada vadede yatan para daha da artmıştı. İşte o parayla temiz 2.el 14.000 km'de tam donanımlı bir peugeot 307 aldık yani neredeyse masrafsız olarak arabayı güncelledik diyebilirim :) 307'ler için çok elektronik arıza çıkarabildiklerini duydum ama şimdilik gayet memnunum arabamdan, güzel denk geldi bence.

Yalnız yeni araba alırken arabanın ruhsatını üstünüze çıkaracaksanız bir daha düşünün derim tecrübelerimden çünkü kasko firmaları istatiksel bir yaklaşım sergiliyor. Şöyle ki; eğer 20-30 yaş arasındaysanız ekstra, eğer cinsiyetiniz erkekse ekstra ve gene belli araba markalarına göre ekstra kasko ücreti biniyor... (Peugeot'lar da ekstra kasko ücreti alıyorlar çünkü peugeot 106'larına turbo motor taktırıp kanatlandıran ve duvara yazılan yüzlerce türk gencimiz var, onlarda kaza oranlarına bakıp demek ki Peugeot'lar daha fazla kaza yapıyor onlardan daha fazla sigorta parası alalım demişler ki burada aslında bir haksızlık var çünkü arabanın sadece markasına göre karar veriyorlar sanırım halbuki marka ve modele göre karar vermeleri gerekir) Sonuç olarak arabanızı annenizin üstüne alırsanız yaş ve cinsiyet farkından doğan ekstra kasko ücretlerinden kurtulabilirsiniz aklınızda bulunsun.

Son olarak İstanbul'a dönüşümle birlikte tekrar bahçe katında yaşamaya başladım ve haliyle haşere arkadaşlarım beni yalnız bırakmıyorlar. Evimiz İstanbul'un göbeğinde yer almasına rağmen evimizdeki haşere çeşitliliği tropik ormanları kıskandıracak nitelikte. Artık haşereler öyle bir boyuta ulaşmış ki öldürdüğüm bazı örümceklerden neredeyse kan çıkıyor. Biraz daha büyük olsalar "egzotik yemek" adı altında ızgaraları yapılabilir o derecede durum.

Mert Ulaş İstanbul'dan bildirdi, esenlikler dilerim efendim...

22 Nisan 2007

Herşeye rağmen ıııh ıııh

Hani öyle zamanlar vardır ki bazı şeyleri düzene sokmaya çalışırsınız ama hep bir aksilik çıkar her işinizde... Siz de yılmadan herşeye rağmen ıkına ıkına ısrarla devam edersiniz... İşte bu şarkı tam bu tür ruh haline uygun, dikkatli dinlerseniz "ıııh ııh" olarak betimlediğim hissi hissedebilirsiniz şarkının melodisinde...

Herşeye rağmen ıııh ıııh Ray Charles'dan geliyor; Lonely Avenue

Batı medeniyetleri ve anaçlıktan kaçış

Yurtdışında batı medeniyetlerinde bulunduğum süre içinde yaptığım bir gözlem var, hiç herhangi bir batı medeniyetinde bizde ki rahmetli Adile Naşit'e benzer bir karakter gördünüz mü gerek filmlerinde ya da tiyatro oyunlarında?

Amerika'da ilk yıllar kaldığım yabancı öğrenciler için olan yurtta öğrenci temsilciliği yaptığım dönemde Rob adında ingiliz bir çocuk vardı, nazik ve iyi bir çocuktu. Bir gün ofisteyken Rob'a paket gelmişti annesinden, paketi açarken içinden bir mektup da çıktı ve yanımızda sesli okumuştu.
Rob sana sevdiğin çaylardan ve bisküvilerden yolluyorum, kendine dikkat et, annen...
tarzında oldukça kısa bir mektuptu. Oldukça soğuk ve mesafeli gelmişti bana, açıkcası benim annem bana böyle bir mektup yollasa hemen telefona sarılır, 'ne oldu anne kim öldü benden saklamayın' derdim herhalde... Ben dünyanın her yerinde anne sevgisinin aynı derecede kuvvetli evrensel bir duygu olduğunu düşünüyorum, bu sebeple aradaki tek fark bana göre bu sevgiyi gösteriş (veya göstermeyiş) biçimimiz olmalı.

Daha sonra bizdeki ailelerin ilgi ve şefkat gösterme 'merasimleri' ile batılıların bu tür ailevi duygusallıktan kaçışlarının sebeplerini düşünmeye başladım. İki aşığın arasındaki duygusallık duygusunu batılı medeniyetlerde hala gözlemlediğime göre sanki kaçınılan aslında duygusallık değil de anaçlık duygusuydu... (anaçlık duygusu derken lütfen yalnızca annelere özgü bir duygu olduğunu düşünmeyin, bu duygu bence her erkeğin içinde de vardır ama gene toplumsal geleneklerden ötürü bunu anneler kadar göstermezler)

Anaçlık duygusu batılı medeniyetler gözü önünde sanki bir şekilde özgürlüğü ve kişiselliği engelleyen/kısıtlayan bir engel olarak görülmeye başlanmıştı. Bu süreç ne zaman oluştu acaba diye düşünmeye başladım. Tahminim sanayileşme süreci ile başlamış olmalı bu süreç, zamanında gelenekçi ve baskıcı aile düzeninde yetişmiş çocuklar sanayi devrimi ile sürekli ve hızlı gelişen bir dünyanın içinde buldular kendilerini, bu gelişime ayak uydurabilmek için de kendi ayakları üzerinde durmaları gerekiyordu çünkü böyle bir değişimi hiç yaşamamış olan onlardan önceki kuşak bu tür bir gelişim sürecinin ihtiyaçlarını bilememiş ve kendi ebeveynlerinin onları yetiştirdiği şekilde çocuklarını yetiştirmek için bir baskı uygulamaya calışmışlardır muhtemelen, işte bu baskı da aileye ve bir yerde aile kurumuna bir isyan olarak genç nesilde bir tepki oluşmasına yol açmış olmalı. İşte bu şekilde yetişen sonraki kuşaklar belki de farkında olmadan ve çocuklarının üzerinde kendi gördükleri gibi bir baskı kurmamak için anaçlıktan ve aile içi duygu gösterilerinden uzaklaşmaya başlamış olmalılar. Bu biraz da çocuklarda bireyselliğin oluşması için ödenmesi gereken bir bedeldi belki de.

Anaçlıktan kaçış sürecini inceledikten sonra bu yaklaşımın olumlu ve olumsuz yanlarını da düşündüm. İlk olarak olumlu yanları;

Öncelikle bu mantıkla yetişen çocuklar bağımsızlıklarını bizim kültürümüzde yetişen gençlerden çok daha önce kazanıyor (gerek maddi, gerek hak olarak) ve buna bağlı olarak da kendilerine güvenleri daha fazla olabiliyor. Bir bakıma kendi ayakları üzerinde durmayı daha genç yaşta öğreniyorlar. Bunun getirisi olarak da hayat tecrübeleri daha fazla olabiliyor. Bunun dışında bireysel bir mantıkla yetiştikleri için karar verme mekanizmaları daha hızlı oluyor, örneğin anaç bir toplumda yetişen bir genç bir karar verirken genelde ailesine danışma ihtiyacı duyar ve bu da gençlerin kişisel karar mekanizmasında gecikmeye veya sorunlara yol açabilir ve bu sebeple genç içindeki potansiyeli tam olarak su yüzüne çıkaramadığını düşünebilir. Son olarak da aile baskısı ve ebeveyn ön yargılarından uzak bir yaşam yaşadıkları için daha rahat hareket edebilirler.

Şimdi de bu yaklaşımın olumsuz yönlerini düşünelim;

Genç yaşta özgürlüğünü kazanan kişinin aynı zamanda genç yaşta omuzlarına büyük bir sorumlulukta yüklenir, örneğin 18 yaşından sonra ailesinin yanında kalabilmek için ailesine oda kirası ödemesi gereken bir çok yabancı arkadaşım vardı. Anaç aile yapısında çocuk ailesinden ayrılsa bile başına kötü bir durum gelmesi durumunda her zaman anne/baba evine geri dönebileceğini bilir ve bunun güvencesi ile yaşar ama ne yazık ki batı medeniyetlerinde çoğunlukla bu güven yoktur. İşte bu sebeple genç yaşta hayatında bazı sorunlarla karşılaşmış gençler hayatlarında kendilerini tek başlarına hissedebilirler. Bunun dışında aile yaşamının erken yaşta sona ermesi sonucu gençler dış etkenlere karşı daha açık durumda olabilirler, bu etkenlerle tek başlarına mücadele ettikleri için de 'bu yaşıma dek zorluklara tek başıma göğüs gerdim ve hayatta güvenebileceğim tek kişi kendimdir' mantığı ile bireyselliği kabullenirler. Bu mantık da tabii ki ilerleyen yaşlarda aile bağlarının azalmasına yol açar.

Burada aile bağları, bireyselliğin yükselişi ve batılı medeniyetler hakkında başka bir gözlemime de değinmek istiyorum. Hiç dikkat ettiniz mi son zamanlarda popüler "mainstream" denilen Hollywood filmlerinin çoğunda aile içi bağlara değinme ihtiyacı duyuyorlar. Bundan bir yirmi yıl önce ise genellikle asilik, başkaldırma ve çoğunlukla cinsellik konuları önplanda yer alırdı bu tarz filmlerde. Zamanında gençliğin izleyip etkilendikleri bu tür yapımlar sonucu Amerika'da gözlemlerime göre aile bağları ciddi bir yara aldı ve Hollywood şimdi kendi kanattığı bu yarayı gene kendi sarmaya çalışıyor. İstatiksel olarak bilmiyorum ama sanırım amerikan aile yapısında boşanma oranları ciddi bir oranda artış göstermiştir son 20-30 yıl içinde. Parçalanmış aileler içinde yetişen yeni kuşağın ise aile kurumuna karşı olan güvenleri büyük ölçüde sarsılmış olmalı. Myspace sitesinde ilginç bir gözlem yapmıştım, yaşıtım veya daha genç gençlerin çoğunluğu Mysapce profillerindeki çocuk istiyor musunuz kısmına "hayır" cevabını verdiğini gözlemlemiştim. Aslında keşke myspace bu profil sorularına verilen cevapların istatistiklerini gösterse. Behnan arkadaşımın yaptığı ilginç bir başka gözlem var;
"Bence artık doğa daha fazla çocuk yapmamamız, üremememiz için gerekli sinyalleri veriyor"
demişti bu konuları konuşurken (sadece azalan doğal kaynaklar ve tüketimin artışının sonucu olarak değil, daha çok ait olduğumuz doğadan gelen bir enerji gibi). Belki de gelişmiş batılı ülkelerdeki azalan nüfusu bu mantıkla açıklayabiliriz. Kim bilir belki de batı medeniyetlerinde gerçekten veriyordur ve anaçlıktan kaçışlarının sebeplerinden biri de budur ama çin ve hindistan gibi hala anaç olan toplumların doğadan aynı sinyali almadıkları nüfuslarındaki artıştan ortada sanırım...

12 Nisan 2007

Blogger artık tamamiyle türkçe

Yeni farkettim Blogger artık tamamiyle türkçe desteğine kavuşmuş, bakalım Wordpress, Blogcu tarzı servisler ile rekabeti nasıl etkileyecek bu gelişme... Bir de Blogger bloglara sınırsız fotoğraf ekleme hizmeti sunuyor, Youtube ve Google Video gibi servisleri de var... Peki neden hala Blogger içinden direkt olarak video yükleme opsiyonu sunmuyor?

10 Nisan 2007

Boşlukları doldurmak

Boşlukları doldurmak

Özgürlüğü aradık
içimiz boşalana dek
tek bulduğumuz ise boşluktu

Akıntının korkusuyla
bakmadık bile geriye
boşluğu doldurmak oldu
ortak amacımız

Aktığımız zamanda
boşluk büyüdü
biz küçüldük

Şimdi hatırlar mısın
sen ilk görüşte
aşka inanıyordun
ben ise
seni her görüşümde
aşka inanıyordum

1 Nisan 2007

Merhaba İstanbul

Perşembe günü uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a döndüm sonunda. Bir süredir eposta, yorum ve türk blog yazarlarından gelen mesajlara cevap yazamıyordum, düzenimi oturtayım en yakın zamanda cevaplayacağım hepsini.

Bunun dışında geçen gün ablamlar beni yemeğe davet etmişlerdi, evlerine gittiğimde ablacım ulaşabildiği tüm arkadaşlarımı toplayıp evinde benim için süpriz bir parti hazırlamış, kapıyı açar açmaz konfetiler, balonlar ve arkadaşlarımı görünce oldukça şaşırdım... Çok güzel bir süpriz oldu gerçekten :)

Kapıdan ilk girer girmez şaşkınlığım

Ben ve balonlarım :)

Toplu fotoğraf

Ablam ve ben

Süpriz parti için çok teşekkürler Gizem'cim, katılabilen tüm arkadaşlarıma da çok teşekkür ederim, hepinizi özlemişim :)

Bunun dışında döndüğümde fark ettiğim değişiklikler; Deniz artık bebeklikten çıkmış evin içinde koşturan bir çocuğa dönüşmüş bir anda, köpeğim Maço'cum artık bahçede yaşıyor ve kendine ait bir kulübesi var, keyfi yerinde ve kendini sevdirmek için yerlere yatıp taklalar atıyor, kuyruk sallıyor. Değişmemiş şeyler ise hala basit tv programları, yavaş internet ve trafik çilesi :)

28 Mart 2007

İçimdeki asi penguen

Sanırım ciddi olarak Linux kullanmaya başlayalı yaklaşık 6 ay oluyor... İşte bu 6 ay sonunda galiba ilk kez "Linux" düşünerek karar almaya başladım. İki gün sonra döneceğim için kendime taşınabilir disk sürücüsü almak istiyordum, gittiğim alışveriş merkezinde bilgisayar ürünleri satan bir dükkan vardı, onlarda sadece Maxtor'un 200GB'lık modeli varmış ve fiyatı 99$'dı. Oldukça iyi bir fiyat aslında, sonra kutunun üzerinde sadece WindowsXP desteklediğini yazıyordu, kasiyere sordum Linux destekliyor mu diye, kasiyer diğer kasiyere sordu, diğer kasiyer yüzünde böyle "ne alaka" bakışı atıp bilmem ki dedi, sonra benim kasiyer internete girip araştırdı ama birşeyler bulamadı. Aslında büyük ihtimalle Linux'de de çalışıyordur ama emin olamadım ve işte sırf bu sebeple de almadım, kasiyer arkamdan alıp memnun kalmazsanız 30 gün içinde iade edebilirsiniz dedi, başımı çevirdim;

(baş çevirme esnasında saçımın havalı bir şekilde gözümün üstünde dalgalanmış olmasını isterdim o an ama daha 2 gün önce kestirdiğim için karizmam eksik oldu biraz)

-Hayır, en baştan kutusunda yazanları ve yaklaşımlarını beğenmedim, kalsın

Ben bir donanım alırken özgür olmak istiyorum, ben bir bilgisayar alırken üzerinde artık "designed for Windows XP" yazısını görmek istemiyorum, neden biliyor musunuz? Çünkü bilgisayar demek Windows demek değil, çünkü Windows'un engellemelerinden, hayatıma kattığı mavi ekranlı çilelerden, herşey için ekstra faiş fiyat çekmelerinden ve tekelci yaklaşımlarından gına geldi artık.

Size bir örnek sunayım, şu an Google olmasaydı muhtemelen çoğumuz hala 10MB'lık Hotmail hesabımızla sürünüyor olucaktık, şu an Firefox olmasaydı muhtemelen çoğumuz hala Internet Explorer'da binlerce pencere açmış olacaktık. Şu an Linux olmasaydı benim hayatımda hala "o mavi ekranlar" hala o restart düğmelerine basıp of çekmeler olacaktı. İşte Windows bunların hepsinin oluşumunu engellemeye çalıştı biliyor musunuz? Yıllar önce Netscape ile Windows arasındaki tekel davasını hatırlarsınız belki? Sonra düşünün neden aldığınız her bilgisayar donanımının üzerinde "designed for windows" yazıyor? Sizce donanım üreticileri kendi keyiflerinden mi koyuyor o logoyu? Belki de karşılığında Windows'dan para yiyorlardır ne dersiniz? Windows bulabildiği her imkanda açık kaynak yazılımın önünü kesmeye çalıştı biliyor musunuz? Windows'un bu hamleleri yüzünden bilgisayar dünyası potansiyel gelişiminin ne kadar gerisinde kaldı biliyor musunuz?

Benim Linux ile ilk tanışmamı anlatayım size ama bunun için önce size tüm bilgisayar geçmişimi anlatmam gerekir...

Mert'in bilgisayar geçmişi

Yaşım 10-12, o sıralar tüm çocuklarda Amiga var, ne güzel makinaydı o. Ben tabii ki babama bir tane alması için yalvarıyorum. Bir gün babam eve bir kutuyla geliyor ama biraz büyük bir kutu, Amiga olamaz... Kutunun içinden ilk bilgisayarım MAC çıktı... Evet evet muhtemelen ben şu anda koyu Mac taraftarı olan çoğu kişiden önce MAC kullanmaya başlamıştım. Babam tabii sırf oyun oynamasın bişeyler de öğrensin diye MAC almış bana Amiga yerine ki Amiga'dan çok daha pahalı haliyle... O zamanki işletim sistemi MAC OS System 7'di hatta yeni çıkmıştı. Memnun muydum? Hayır! Neden biliyor musunuz? Çünkü içinde hiç oyun yoktu :) O yaşlarda tek derdim oyundu ve Mac üzerinde çok az oyun vardı, çok iyi hatırlıyorum büyük bir Mac bayisi vardı Levent'te (şimdi kapandı) bir de karşı yakada. Oralara gidip oyun dilenirdim adamlar da ellerinde olan oyunları diskete çekip bana verirlerdi, yani kutulu falan satılan birşey yok ortada tamamiyle adam bir yerden bulmuş yüklemiş kendine bana da satıyordu, iyi de para istiyordu kazıkçılar kendilerine maliyeti sıfır olan oyunlar için. O zamanlar amigası olan bütün arkadaşlarım Levent'te şu an McDonalds'ın karşısındaki pasajın içindeki Show Computer'dan (adını çok iyi hatırlıyorum, şimdi orası da kapanmıştır) ucuza bir sürü oyun alıyordu, ben sürünüyordum elimdeki dandik oyunlarla... Bir de bu Mac'in o zaman ki sistemi arada çöküyordu komple açılmıyordu hiç, tamir için bilgisayarı karşı yakaya götürürdüm, adamlara 50 dolar verip tamir etmelerini bekler 2 gün sonra da gidip alırdım bilgisayarı. Ben tabi bilgisayarı anlamak için sistemi kurcaladıkça bişey olup bozuluyor, içimde nasıl bir sıkıntı oluyordu, annemden 50 dolar istiycem az para değil, oraya dek taşıycam bekliycem iki gün tamir olmasını falan... Her seferinde kendi kendime kızıyordum neden kurcalıyorum diye. Adamlar da götürürken her seferinde benden bilgisayarla birlikte gelen disketleri de istiyorlardı nedense. Neyse ben çok sık götürmeye başlayınca adam bir gün bunalmış olacak ki dayanamayıp söyledi,

-Ya aslında biliyor musun bu disketlerden sen de sistemi tekrar yükleyebilirsin...

Eşşoğlu eşşekler, çok afedersiniz tekrar söylemek istiyorum eşşoğlu eşşekler... Her seferinde benden 50 dolar alıp bana o koca bilgisayarı o kadar taşıttılar kaç kere çocuk başıma, kendi başıma yaptığımda 30 dakika süren sistemi yeniden yükleme işlemi için beni en az 2-3 gün beklettiler, ben kendim keşfetmiyeyim diye bana sakın bu disketleri kurcalama dediler sonra da bunalınca bana diyor ki "ya bak aslında sen kendi disketlerinle kendi evinde para vermeden de yapabilirsin"

Son bir kez hep birlikte; "Şimdi mi söylenir bu eşşoğlu eşşekler!"

Tahmin edersiniz ki o gün benim MAC maceramın sonu olmuştu, bir daha hiç bir Apple ürünü almadım, bugün bile ne bir ipod ne de başka bir şey çünkü bence hala aynı mantık sürüyor (bakınız ömrü dolduğunda değiştirilemiyen ipod pilleri)...

O zamanlar oyun alanında yeni bir platform doğuyordu... 486lar! Show Computer'de PC oyunları Amiga oyunları yanında artmaya başlamış herkes kataloglardan oyun beğeniyor bu oyunlar arj'da sıkıştırılarak disket başına fiyatla satılıyordu. Hemen yalvar yakar bir PC aldırdım babama, MAC'i onun ofisine postalatıp. O zamanlar Windows 3.1 yeni çıkmış, bilgisayar ilk açıldığında dos ekranı komut satırı çıkıyor, 2 satırlık arj komutuyla sıkıştırılmış 16 disketlik oyunlar açılıp oynanıyor, büyük heyecan fırtınası, sıkılırsak da win yazıp windows 3.1'e geçiş yapılıyor. O zaman windows 3.1 PC'ciler için çok büyük yenilik ben MAC'den alışık olduğum için ne var ki bildiğin bilgisayar işte diyordum... Sonra CD formatı müziklerden sonra ilk defa bilgisayar oyunları için de kullanılmaya başladı. Aman tanrım ne grafiklerdi onlar öyle... Show Computer'da görüyorduk, Show Computer'in sahibi bize geleceğin teknolojisi bu CDler diyordu... Bir CD 650 MB benim o zaman ki bilgisayarın hard diski 340 MB... Hemen 2 hızlı bir CD sürücü alındı, gelsin oyunlar, yepyeni bir heyecan fırtınası. Kopya bir CD oyun o zamanlar 35 dolar, bir arkadaşımızın doğumgünü olduğunda 3-5 arkadaş para toplayıp ona bir CD oyun alıyorduk, arada biz de oynayabiliyorduk böylece :) Bu arada artık windows 95 çıkmış, herkes onu kullanıyor artık ama herkes çok yer kapladığından yakınıyor.

Bir süre sonra artık CD oyunları yavaş kalmaya başladı bizim bilgisayarlarda... sonra birden Pentium çipli bilgisayarlar çıktı, arkadaşlarım içinde Pentium'a ilk ben geçmiştim bazı oyunlar olması gerekenden bile hızlı çalışıyordu, oldukça kıskanılmıştı o zamanlar bilgisayarım :) Hatırlıyorum IBM markaydı, kendi CD sürücüsü vardı... Pentium 75, 600MB disk alanı var vay beee... Su anda hala babamın ofisinde en basit word işlemlerini yapmak için durur bir köşede o bilgisayar. Sonra Windows 98 çıkar, 95'e göre daha iyi ama daha çok yer kaplıyor ve 486lar için oldukça fazla işlemci gücü istiyordu. 486sı olan bir arkadaşım heves edip 95'ten yükseltmişti, hard diskinde sadece 80MB boş yer kalmıştı, bana sormuştu napiim kullanayım mı diye, ben de;

-Valla işletim sistemi yüklüyorsun ama yükledikten sonra işletecek bir dosya alanın kalmıyor... tabii gene sen bilirsin

deyince gaz olup pentium işlemcili, yüksek disk kapasiteli yeni bir bilgisayar almıştı o da... Daha sonra abuk subuk bir Windows 2000 çıktı hiç yüklemedim bile. Bu arada artık ekran kartları ayrı satılır olmuştu, o zamanlar Vodoo en popüler, en hızlı ekran kartıydı sonra Nvidia satın almıştı onu da. Oyunlardaki abartı grafikler artık bizi şaşırtmıyordu bile. Yeni işlemciler hızla çıkıyordu; Pentium MMX, Pentium 2,3,4... Ama asıl yükselen başka bir şey vardı, o da internet...

İnternet bağlantıma sanırım orta 2 veya orta sonda kavuştum, o zamanlar ilk modemim external US robotics 28K (ama yazılım ile 33.6K ya yükseltilebiliyordu neden böyle opsiyonel yaptılarsa...) o zaman IBM Pentium 75'imi kullanıyordum. O sıralar internette arama motoru olarak altavista ve yahoo'nun adı geçerdi bir tek. Eksisozluk daha kurulmamıştı ya da yeni yeni kuruluyordu Odtü'lüler tarafından sanırım. BBS odaları vardı, Türkiye'deki bir bilgisayar dergisinde reklamlarını görüp yabancı bir BBS sitesine girmiştim on beş dakika kadar, o yurtdışına yapılan on beş dakikalık bağlantı bile o ayki telefon faturası yüzünden babamdan azar işitmeme yetmişti. Superonline ile bağlanıyordum internete, Doruk Net ve Turk.Net bağlantıları da popülerdi, o zamanlar sabit bir fatura ödeyip istediğin kadar kalabiliyordun internette, hiç telefon parası yazmıyordu Superonline bağlantılarında. Sonra çok sömürülüyor diye Türk Telekom bunu kaldırmıştı ve telefon hattında kaldığın kadar düşük tarifeden para yazmaya başlamıştı. En popüler mekanlar IRC sohbet odalarıydı, o zamanlar ünlü zurna odası vardı orada yönetici olmak büyük ayrıcalıktı ama zurna çok popüler ve kalabalık olduğu için diğer odaları daha çok seviyordum ben... İşte o zamanlarda bile linux kullanıcısı abilerin kurduğu linux odası vardı, o zamanlardan bedava bir açık kaynaklı işletim sistemi fikri (gerçi o zamanlar açık kaynağın anlamını bile tam olarak bilmiyordum ya) bana cazip geldiği için ilk kez o zamanlar linux kurmuştum bilgisayarıma, hangi sürümü şu an hatırlamıyorum...

Yükledim bilgisayara bir sürü yazı yazdı, kullanıcı adımı ve şifre yaratmamı istedi yarattım, çat diye komut satırı çıktı karşıma... "win" yazıyorum yok (ahah linuxde ilk yazdığım komutun win olması da bayaa saçma biliyorum :) ), "dir" yazıyorum yok... Ekranda komut satırı yanıp sönüyor sadece... Tabii ki ben linux komutlarından bihaber olduğum için hiç bişey yapamıyorum, dos komut sistemi ile çok farklı ve çevremde öğreticek biri de yok. Sonra bilgisayarı tekrar Windows'da açıp soluğu IRC'deki linux odasında aldım. Odada bir sürü şey konuşuluyor ama ben neredeyse hiçbirini anlamıyorum, sonra cesaretimi toplayıp sordum;

-Ya linux'da böyle windows gibi pencere sistemine nasıl geçiliyor acaba?

O zamanlar sanırım X grafik sistemi yoktu ya da yeni yaratılıyordu linux için. Bu sorumla büyük bir tartışma başlatmıştım linux odasında farkında olmadan, kimi;

-Grafiksel arayüze hiç gerek yok, boşu boşuna bilgisayarın kaynaklarını tüketiyor hızı yavaşlatıyor

derken kimi daha ılımlıydı,

-Aslında olabilir, üzerinde düşünüp ortak bir platform yaratmak lazım

kimileri de benim o zamanlar anlamadığım bir çok teknik terimden bahsediyordu, anlamadığım için aklımda bile kalmamış... Bundan sonra 2004 yılında tekrar denedim, bir çok şey çok güzelleşmişti ama sistemimdeki bazı aygıtları tanımadığı için vazgeçmek zorunda kalmıştım gene.

Yıl 2006, Linux Mert'in hayatına sarsıcı bir şekilde geri dönüş yapıyor :) Yıllar geçti, bir çok şey değişti ama inanın Linux'de değişti ve artık 1 değil 4-5 çeşitte windows tarzı pencere sistemi mevcut, seç beğen al. Hala kafanızda şüpheleriniz var biliyorum o yüzden lütfen sadece şu videoyu izleyin;


Bu videoda görülen işletim sistemi tamamı türkçe olan linux tabanlı Pardus (ve üzerinde Beryl eklentisi) İlk izlediğinizde karışık gözükebilir ama inanın hem görünüm olarak hem de kullanılabilirlik olarak bağımlılık yaratıyor. Böyle bir işletim sistemini kullanmanın size maliyeti 0 YTL (bireysel kullanıcılar için). Bu sistemi eski pentium 3ünüzde bile çalıştırabilirsiniz.

Windows Vista mı? Hani şu doğru düzgün çalıştırabilmek için bir süper bilgisayara ihtiyaç duyulan, bilmem kaç yüz dolar para verilen ve grafiksel olarak bu videodakinin onda birini anca yapabilen, sürekli güvenlik açığı bulunan işletim sistemi mi? Evet o da piyasaya çıktı :)

Şimdi düşünün bir tarafta dünyanın en zengin şirketlerinden biri, diğer tarafta yalnızca gönüllülerin hiç bir ücret almadan geliştirdikleri bir işletim sistemi. Sizce Windows size paranızın hakkını veriyor mu? Şimdi Windows'un neden yıllardır açık kaynak yazılımları engellemeye çalıştığını anlayabiliyor musunuz?

Hikayenin en başına dönecek olursak, ben şu anda çift işletim sistemi (linux ve WinXP) kullanıyorum ve taşınabilir disk almamın tek sebebi ise dosyalarımı yedekleyip şu boş yere yer kaplayan Windows'dan kurtulmak (mevcut bilgisayarımla birlikte gelmişti) ve linux'e kesin geçiş yapmak. Sadece linux kullanınca Windows'un tekeline almaya çalıştığı donanım üreticilerinin sırf Windows için yapılmış bazı donanımlarını kullanamayacağım evet biliyorum ama umrumda değil, o zaman o donanımları almam, linux destekleyenleri alırım.

Son olarak Linux'e geçiş yapmak sadece işletim sistemini değiştirmek değildir, Linux'a geçiş yapmak kafanızdaki felsefeyi değiştirmek, özgürlüğünüzü istemektir. İşte Windows'un tekelinde bilgisayar dünyasının nasıl gelişmelerden mahrum kaldığını görebiliyor musunuz? Satın aldığınız donanım inanın çok daha fazlasını yapabilir sizin için, sadece onu özgür kılmanız gerekiyor, Linux artık sadece bilgisayar kurtlarına değil, özgürlüğünü arayan herkese kollarını açıyor.